“Çoğunluğun azınlık tarafından yönetimi tiranlıktır; azınlığın çoğunluk tarafından yönetimi de tiranlıktır. Her iki durumda da ‘senin istediğin gibi değil, bizim istediğimiz gibi yapacaksın’ kuralı geçerlidir.” sözünün sahibi Sosyolog Herbert Spencer egemenlik biçimlerinin açmazlarını çok net ortaya koymakta. Bu yazıda meseleye nükleer enerji merceğinden bakmak ise, tespitin haklılığını teslim etmeyi kolaylaştıracak. Çünkü, gerek baskı rejimlerinde gerekse neoliberal düzenin çerçevesini çizdiği demokrasi zemininin üstünde nükleer planlar yükselir. Baskı rejiminde egemen, en öldürücü silaha ve güce sahip olmayı hedeflerken, neoliberal sistemin demokrasisi elinde teknolojik imkanları tutarak yeni düzenin egemeni olan şirketlere kar ve fayda sağlayacak şekilde işler. Her iki yoldan da ulaşılacak varış çizgisinin gerisinde ise silahlanma ve savaş ihtimali durur. Nitekim savaş ve demokrasinin nemli ortamında serpilen kapitalizmin emperyalist amaca hizmet ettiği dünya genelinde yıllardır tecrübe edilmekte. Dünyanın en yıkıcı savaş aracı olan nükleer silahların aynı zamanda dünyanın en pahalı enerji kaynağından üretilme imkanını barındırması tesadüf değildir. Şimdi bu iddiamı biri geçmişten diğeri bugünden aynı eksenin iki ucu denebilecek örneklerle açıklamaya çalışacağım. Neoliberalizm ile faşizm arsındaki ilişkiye dikkat çeken ABD’li akademisyen Henry Giroux’un da değindiği gibi tarihten dersler günümüz iktidarlarının suistimallerini ve yolsuzluklerını tespit etmek açısından yol göstericidir.
Bu bağlamda 12-15 Kasım tarihlerinde bu sene 25. ‘si gerçekleştirilen Nükleersiz Asya Forumu farklı ülkelerdeki süreçlerin anlaşılması açısından yıllardır önemli bir imkan sunuyor. Japonya, Hindistan, Tayvan, G. Kore ,Vietnam,Türkiye ve ev sahibi Filipinler’den sivil toplum üyelerini buluşturan etkinlikte bilgi alışverişinde bulunmak beni son gelişmelerle birlikte özellikle Filipinler ve Tayvan örneklerine yoğunlaşmaya sevketti. Filipinler, yüz yıldan fazla sömürge altında kalmış, 1971-1981 yılları arasında sıkıyönetimi yaşamış bir ülke. 1973’te Diktatör Marcos tarafından anayasa değiştirilip parlamento feshedildiğinde bugün hala çalıştırılmamış bulunan Bataan Nükleer Santrali’nin inşaatına da başlanmış. Ancak 1986 yılında zirve yapan halk hareketinin etkisi ve ABD yönetiminin yıllardır verdiği desteği çekmesiyle diktatör ülkeyi terk etmiş.1986’da tamamlanmış olmasına rağmen Üç Mil Adası ve Çernobil gibi nükleer felaketlerin neden olduğu çekinceyle de hiç çalıştırılmamış olan eski teknoloji ürünü santralin bugünkü talibinin Akkuyu NGS’nin de sahibi Rosatom olduğunu buraya not düşeyim.
Bu yazıda eksenin diğer ucundaki örnek ise, 2025 yılında nükleer enerji üretiminden vazgeçme kararını parlamentoda kabul etmiş olan Tayvan’dan. Çıkarılacak ders, nükleer enerjiyi savunanların meseleyi genel seçimlerde referanduma sunma önerisiyle başlıyor. Zira imkanları elverdiğince nükleer enerjinin gerçeklerini halka anlatmaya çalışan nükleer karşıtları nükleerden çıkış kararının referanduma götürülmesine karşı çıkmıyor, kendinden emin kampanyalar yapıyor fakat, referandum sonucu hiç nükleer karşıtlarının umduğu gibi olmuyor. Geçen hafta gerçekleşen referandumda Tayvan nükleerden çıkış kararını %59 oy ile reddetmiş oldu. Nükleerden çıkış kararını destekleyenler ise %41’de kaldı.
Görünen o ki faşizmden olduğu kadar demokrasiden de pekala maraz doğabilir. Marcus Miessen Katılım Kabusu’nda demokrasinin aşınmasının içerden başladığını , aşınmanın yakıtının sahte mutabakat olduğunu söyler. Tayvan’da da nükleer lobi, seçmen kitlesini iklim değişikliği şartlarını öne sürerek” temiz, güvenli, ucuz” ambalajına sardığı nükleer enerji planlarına inandırmıştır. Bu sahte bilgilerin nasıl yayıldığı, verili bir siyasi sistemde referandumun ve seçimlerin öne çıkanlarının kampanyalara en fazla yatırım yapanlar olduğu gerçeğiyle ve rüşvet ihtimalleriyle birlikte düşünülmelidir. Dolayısıyla “nükleer demokrasiyi sevmez” söylemi artık çökmüştür. Hiçbir zaman dürüst ve şeffaf olması beklenemeyecek hükümetler ve şirketler neoliberal sistemde demokrasiyi araçsallaştırmaktadır. Üstelik tecrübeyle bakidir, bazı yönetimlerde demokrasi adı altında yapılan seçimler baskıdan ve dış etkiden azade gerçekleştirilemeyebilir. Öte yandan bazı konularda referandum yapılması teklif dahi edilememelidir. Bugün henüz doğmamış olanların geleceklerini etkilemeye, onlara nükleer atıklar bırakmaya kimin karar verme hakkı olabilir? Fukuşima ve Çernobil Nükleer Felaketlerinden yayılan radyasyon refrandumların uygulama alanı olan “ülke sınırları”nın ötesine geçmemiş midir?