Kamuya ait ne var ne yok sermayeye devrinin hızla sürdüğü günümüzde, devletlerden halk ve doğa yararına bir şey bekleyen kaldı mı merak ediyorum. Karadeniz’de yeşil yola karşı çıkan Havva ana jandarmalara ‘devlet kim?’ diye isyan ederken devletin yüzünü yalın bir dille ortaya koymuştu. Evet, devlet kim? Bu soruya net yanıt vermek gerekiyor. Devletin, sınıfların ortaya çıkış sürecinin bir ürünü olduğu biliniyor. Sermaye devletleri önceleri gibi devleti kutsal ve dokunulmaz kılmıştır. Bu kutsallık içinde işçiyi, köylüyü, tüm halkları ve doğayı kölelik koşullarında yaşama mahkum eden devletleri yönetenlerin elinden incil, Kur’an ve Tevrat gibi kitaplar ise hiç eksik olmadığı görülmektedir.
Dünya üzerinde birçok ülkede ortaya çıkan ‘faşizm’ eğilimleri bir tesadüf değildir. ABD’de Trump’ın ortaya koyacağı politikalar şimdiden bellidir. Faşizmin yeni biçimini yani neo-faşizmi hakim kılarak kapitalizmi zora dayalı biçimde sermaye birikiminin aralıksız sürdürülmesi hedeflemekteler. Davos zirvelerinde yıllardır bunu nasıl gerçekleştireceklerinin tartışmaları yapılırken örnek gösterilen Türkiye’de, özellikle 2013 yılından bu yana inşa edilen tek şey faşizmin kurumsallaşmasıydı. Davos’ta kullanılan dayanıklı dinamizm vurgusu ‘hem sınırsızca kapitalist yağma sürecek hem de bunun karşısında hiçbir güç kafasını kaldıramayacak’ üzerine kurulu bir yaklaşımdır.
Faşizmi ilk ortaya koyan kişi Bulgar Komünisti Georgi Dimitrov’dur. Dimitrov, faşizmi en kısa anlatımla ‘finans kapitalin en gerici diktatörlüğü’ olarak nitelerken; düşünce, toplanma ve örgütlenme özgürlüğü gibi temel hakları, siyasal özgürlükleri yadsıyan gerici, baskıcı bir devlet biçimi olarak yorumlar. Tekelci burjuvazinin hakimiyeti altında uygulanan ‘burjuva demokrasisi’ de bir diktatörlük iken faşizm, tekelci burjuva egemenliğinin en kanlı yüzüdür. Faşizm, emperyalizm çağının bir ürünü olarak ortaya çıkan ve tekelci burjuva sömürüsünün zorla sürdürülme aracı olarak kriz ortamlarında başvurduğu önemli bir silahtır.
Bugün Türkiye’de ortaya konan politikaların tam da bu düzlemde ilerlediği görülmektedir. Özgürlüklerin alabildiğine kısıtlandığı, hakların ortadan kaldırıldığı ve iktidarlarını sağlamlaştırmak amacıyla ihtiyaç duyduğu düşmanı yaratarak tam bir sermaye diktatörlüğü inşa edilirken uygulanan biçim faşizmin ta kendisidir. Uzun yıllardır dünyada ve Türkiye’de yaşanan kapitalist krizlerden daha güçlü çıkmak adına emekçi halklar ve doğa üzerinde inanılmaz baskılar kuruldu. Baskı sürecinde koronavirüs salgını ile birlikte büyük bir sıçrama yaşandı. ABD’de ortaya çıkan isyanın dünyanın birçok yerine yayılmaya başlaması Türkiye muktedirlerini de telaşa sürüklemeye başladı.
Bir yandan Ankara’da bir Kürt gencinin Kürtçe şarkı söylemesi nedeniyle öldürülmesinin gerçek nedeni baskı ile değiştirilmeye çalışılırken, diğer yandan Kürtlerin mezarlıklarının yakılıp parçalanması arasında bir tezatlık ortaya çıkmaktadır. Bu tezatlık hem bir korkuyu hem de baskı ve zulmü büyüterek halkları hareketsiz kılmayı içerdiği görülebilmektedir. Bu ülkede Ankara’da yaşanana benzer vakalar o kadar çok ki hiçbirinin failinin ortaya çıkarılmaması hem korunduklarını hem de talimatla bunların yaşandığını ortaya koymaya yetmektedir. Kürt gencinin öldürülmesine gerekçe üretilmesine neden olan şey çok açık biçimde ABD’de yaşananlar olduğu anlaşılabilmektedir. 3 milletvekilinin alelacele derdest edilip tutuklanmaları yaşadıkları korkunun bir sonucu. Korkularını halka korku ve baskıyı yayarak aşma çabaları ise bir atasözünü hatırlatıyor: ‘korkunun ecele bir faydası yok’.
Türkiye’nin farklı bölgelerinde devletin çirkin yüzünü açığa çıkaran birçok gelişme yaşanmaktadır. Bursa’nın Yenişehir ilçesi Kirazlıyayla köyü kırsalında sahipleri Lübnanlı olan Delta şirketinin büyük ortağı olduğu Meyra Madencilik devlet desteği ile bölgede adeta başkesen konumda meraların ve ormanların üzerine çökmüş durumda. Maden şirketine Bursa Valiliği tarafından büyük bir destek verildiği anlaşılmaktadır. Yenişehir kaymakamının köylülere yönelik ‘her gün ceza keseriz ve ödeyemezsiniz sonra icra yoluyla arazilerinize el koyarız’ tehdidi yukarıda vurguladığımız devletin gerçek yüzünün bir tezahürüdür.
‘Devletler neden korkar?’ sorusu eksik bir soru öyle değil mi? Hangi devletler neden korkar sorusu daha doğru. Örneğin Türkiye’de Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından ifade edilen ‘devleti şirket gibi yöneteceğiz’ vurgusu önemli. Hem şirket çıkarlarını koruyacaksınız hem de bunu sağlamak için halk üzerinde büyük bir baskıyı tesis edeceksiniz. Sermaye bile bu kadar baskı altında üretimlerini sürdürmeyi pek arzulamaz. Her an bir yerden patlak verecek bir gelişmenin o sermaye yatırımını altüst etme olasılığı çok yüksek. Bakın ABD’de ‘talan’ yapıyorlar iddiaları ile direnişçilerin sınıfsal bir kalkışma içinde oldukları maskelenmektedir. Halkın bir sınıfsal mücadeleye girdiğinde sermayenin gözünün yaşına bakması olanaksız. Sermayenin, işçinin ve emekçinin gözyaşına aldırmaması ve sömürüyü her geçen gün katlayarak büyütüyor olması ortaya çıkan tepkinin temel nedenidir ve büyük bir uzlaşmazlık içermektedir.
ABD’de yaşanan kalkışmanın tamamını kucaklayacak bir siyasi örgütün olmayışı bu kalkışmayı yakın süreçte güdük bırakma ihtimali yüksek. Ancak dünyanın dört bir yanında yaşanan benzer süreçler halkın, bir önderliğe ve onları kucaklayacak bir örgütlü yapıya ihtiyacın olduğu artık algılara yerleşmiş durumda. Bence sermaye devletleri artık daha çok korkmalı. Elbette onların bu korkuları halklar üzerinde açık bir faşizmi uygulamaya zorlayacak. Yukarıda değindiğimiz gibi uzun süredir faşizmin ayak sesleri tüm dünyada ortaya çıkmış durumda. Kapitalist devletlerin faşizmi uygulamaya sokmak için çeşitli hesaplar yaptıkları görülürken yaşanan koronavirüs salgınını bir kaldıraç kılıp insanların başkaldırılarına karşı ‘sıkıyönetim’ uygulamalarını yaygınlaştırmaya çalışacakları artık gün gibi ortada. Bu saldırıları bertaraf edecek ve yeni bir yaşamın kurulmasını hedefleyen içerikte tüm ezilenleri kucaklayacak bir mücadele birliği yaratmak ise tek seçenek.