Geçtiğimiz Salı Türkiyeli Hristiyan ve Yahudi toplumların dini önderleri ile sivil temsilcilerinin ortak açıklaması ilk anda bir şaşkınlığa yol açtı. Gazetede haber duyulduğunda havada uçuşan sözcükler arasında, soru vurgusuyla pekiştirilmiş ‘hoppala’, ‘bayram değil seyran değil eniştem beni niye öptü’ ile bir de Roland Barthes’in “Faşizm konuşma yasağı değil, söyleme mecburiyetidir” özdeyişi anımsandı.
Azınlık cemaat önderlerinin söz konusu açıklaması şüphesiz ki ulaştığı her mecrada üç aşağı-beş yukarı aynı değerlendirme ile karşılanmıştır. Yoksa bu açıklamayı görüp Türkiye’de farklı inançların baskı altında olmadıklarını düşünmek için bir hayli saf olmak gerekir
Günümüz Türkiye’sinin en önemli özelliği baskıyı tek tek bireylere kadar yaygınlaştırmayı başarmasıdır. Üstelik bu baskı toplum tarafından da büyük bir gönüllülükle destekleniyor. Öncelikle tek tipleştirilmiş medya sayesinde baskı uygulamaları ‘güvenlik’ ambalajı ile sunulduğu için kimse meselenin gerçek boyutunu farkında değil. Örneğin şehirlerarası otobüs yolculuklarında kesilen biletlere yolcunun kimlik numarasının işlenmesi, bu bilginin derhal emniyetin bilişim sistemine aktarılması iktidar tarafından kişilerin güvenliği ile açıklanıyor. Oysa fantastik bir polis devleti inşasının gereklerinden biridir bu uygulama. 80 milyonun her bir bireyinin her an nerede, ne yaptığını takip altına alma çabası esasen tam da kişisel özgürlüklere yönelik bir devlet terörüdür. Kaldı ki bu koruma tedbirlerinin yurttaşların can güvenliği anlamında hiçbir fayda vermediği de yaşanan pek çok olayla ortaya çıkıyor. Her biri 25-30 kişiden oluşan iki hasım ailenin adliye önünde, hatta içinde silahlı bir meydan savaşına girişmelerini, yarım saat içinde çeyrek düzine yeni ceset üretmelerini önlemiyor bu ‘güvenlik tedbiri’. Keza paranoyak kocasının korkusu ile emniyetin korumasına sığınan çaresiz bir kadının sokak ortasında katledilmesine de engel olamıyor polis devletimizin tedbirleri. Olamıyor,zira bu tedbirler böylesi suçlara karşı kurgulanmış değiller. İki seri katilin geçtikleri her ilde, ilçede adam öldürerek yüzlerce kilometre yol kat etmelerini araçlarının motor kapağına gerdikleri bayrak sağlamıştı. “Kontrol noktalarında bayrak sayesinde hiç durdurulmadık” diye ifade vermişlerdi. Aynen Ankara garı önünde 103 kişinin ölümüne yol açan canlı bombaların Antep’ten Ankara’ya kadar hiçbir engelle karşılaşmadıkları gibi. Asker uğurlama adı altında ana caddelerde terör estiren faşist kalkışmaları değil ama Ankara’da,KHK ile atıldığı kurumun önünde ‘işimi geri istiyorum’ yazılı bir pankart taşıyanlara karşı geliştirilen tedbirlerden bahsediyoruz.
Çetin Altan roman formunda yazdığı “Büyük gözaltı”da derin öngörüsü ile 45 yıl önce bugünkü hallerimizi betimlemişti.
İşçilerin yasalarla tanımlanmış grev hakkını veya 6 milyonun üzerinde oy almış bir partinin desteklenmesini kriminalize etmeye cüret gösteren bir baskı rejiminde birilerinin, “ibadetimizi özgürce yapabiliyoruz” demeleri fazla bir önem taşımıyor. Söz konusu açıklamadan sadece bir hafta önce Armutlu Cemevi’ne yapılan polis baskınında yaşananlar ibadet özgürlüğüne yönelik ağır bir saldırıdır. Polisler Cemevi’nin orta yerine işeyerek milyonlarca insanın inancına, kutsalına saldırmışlar, duvarlara nefret söylemleri yazmışlardı sprey boyayla. Aynen özel harekâtçıların Diyarbakır Surda, Surp Giragos Ermeni kilisesinde yaptıkları gibi. Gezi olayları esnasında “Ayakkabılarla Dolmabahçe camiine girdiler” diye ortalığı birbirine katanların başkalarının kutsalına karşı bu denli duyarsız olmaları ibretliktir. Ve ne yazık ki, içinde bulundukları şartlar her ne olursa olsun, böylesi bir iklimde ‘ibadetimizi özgürce yapıyoruz’ diye açıklama yapanlar da Alevi inancında olanları rencide etmişlerdir.
Seyit Rızanın sözleriyle ‘Ayıptır, günahtır’. Ülkenin şirazesi kaçtığında yerinde sağlam durmak da zorlaşıyor belli ki.Nitekim Türkiye Cumhuriyeti daha kuruluş yıllarında o şirazeyi kaçırdığından olsa gerek, bu açıklama türünün ilk örneği değil, sonuncu da olmayacak.Gazeteci Aris Nalcı T24 sitesinde çıkan yazısında bu tür açıklamaların cumhuriyet tarihindeki örneklerine değinmişti. Cumhuriyet hükümetleri her ihtiyaç duyduklarında, özellikle de mağduriyetin muhataplarının bu tür açıklamalarına tanık olunmuştur. Egemenin ekmek kadar, su kadar hayati ihtiyaçlarındandır biat beyanları.Bazen doğrudan talep edilir, bazen de bu son örnekte olduğu gibi işgüzarın biri tarafından ortaya atılır ve kimse de ‘teşekkür ederim ben almayayım’ demeye cüret edemez. Dedik ya,faşizm konuşma yasağı değil, söyleme mecburiyetidir.