Türkiye ve coğrafyamız yine çok hızlı değişen gündemlerle sarsıldı. İki hafta önce toplumun gündeminde olan sorunlar unutulur ya da bir kenara koyulurken, yeni tartışmalar ve bunların sonucunda dağılıp yeniden ve farklı düzlemlerde bir araya gelen veya gelecek yapılarla karşı karşıyayız. Şimdi her şey daha çok taze ve haberler yağmaya devam ediyor. Belli bir mesafeden bakıp bu olanları yeniden değerlendirecek zaman da gelecek. Bu sayfada söyleşiler yapmaya bir yıl önce başladım. Bu hafta bu bir yıldan belli alıntılarla, geçen zamanın hızını, politika gündemindeki kazanım ve hayal kırıklarını anımsatacak bir kolaj yapmak istedim.
Ana akım medya neden dünyada da Türkiye’de de sosyalistler olmadan edemiyor, neden sosyalistler toplumdaki güçlerine oranla çok daha büyük etkiye sahip medyada? Ya da en azından birkaç yıl öncesine kadar durum buydu, her genel yayın yönetmeni neden kendisini eski Marksist olarak lanse ederdi?
Tuğrul Eryılmaz (Gazeteci):
Bu söyleyeceklerim siyaseten doğru olarak biraz yersiz kaçabilir ama söyleyeceğim. Özellikle Allah uzun ömürler versin, bizim sağcılar farklı bir şey okumak ve dinlemek konusunda acayip dirençlidirler. Radarları her tarafa açık olmayan bir adam ya da kadın asla iyi gazeteci olamaz. Bir örnek vereyim, İngiltere’de yayınlanan Guardian gazetesinde İşçi Partisi’ni zorlayacak haberler çıktığı gibi, muhafazakarları destekleyen Daily Telegraphe gazetesinde sağın aleyhine haberler görmek hiç alışılmadık bir durum değildir, hatta bol bol rastlanır. Hele söz konusu olan köşe yazısı değil, şimdilerde toptan unutturulmaya çalışılan haberse. Herhangi bir Batı ülkesinde çıkan beş gazetenin aynı gün, aynı manşetle çıkması hükümet bile düşürür. Türkiye’de Marksist rahleden geçmiş insanlar istedikleri kadar artık değiliz desinler içlerinde bir gram vicdan kalmıştır diye düşünmek istiyorum; galiba “iyi patronlar” da öyle düşünüyordu: Bize hizmet etsinler ama vicdanlarını da tamamen unutmasınlar. Ama artık medya çalışanlarının da sahiplerinin de büyük bölümü birbirinin aynısı.
Bugün anneniz cezaevinden çıksa ilk ne yaparsınız onunla?
Sabiha Temizkan (Gazeteci):
Onu herkesten çalıp gece onun koynunda uyurum galiba…
2019 Türkiyesi sizce nasıl bir ülke olacak?
Mirgün Cabas (Gazeteci):
Korkarım Türkiye’de 2019’da önceki yıla göre büyük bir değişiklik olmayacak. Ancak ülkedeki yeni düzeni sürdürmek bir miktar zorlaşacak. Çünkü iktidarın mevcut sosyal ve siyasal durumu sürdürmek için uyguladığı baskıcı önlemleri sıkılaştırması gerekecek. Daha nereye sıkılaştırabilir, ben de herkes gibi endişeyle merak ediyorum. Ayrıca henüz etkilerini sınırlı yaşadığımız, korkutucu bir ekonomik küçülme bizi bekliyor.
Türkiye’de bugün çok büyük kitlesel mağduriyetler yaşanıyor. Ve geniş kesimler buna karşı duyarsız ve ilgisiz. Türkiye’de bugün toplumun kolektif bir suç işlediğini, bir gün ‘haberimiz yoktu’ diyenlerin olacağını düşünüyor musunuz?
Şenay Tanrıvermiş (Oyun yazarı, akademisyen):
“Haberim olmadı” denilecek çağı çoktan geçtik. Herkesin inanmayı seçeceği ve duymayı tercih edeceği haber var artık. Kafana, keyfine göre haber seçme çağındayız. Bence neyi arıyorsak onu öğreneceğimiz bir haber çeşitliliği var. Doğruyu bilmiyorsak bilmek istemediğimizdendir. O kadar absürd bir çağda yaşıyoruz ki sanattaki absürd feci gerçekçi kalıyor ve tüm medya organlarının ötesinde bir iletişim ve bilgilendirme sanatın dallarıyla gerçekleşiyor. Dizilerden, belgesellerden, sinemadan, romandan ve tiyatrodan daha doğrusunu öğrenmek mümkün çünkü sanat sahteyi taşımıyor, kusuyor hatta yapanı rezil rüsva ediyor. Mesela milyon dolarlar da harcasan içinde kaynağı doğru ve samimi bir fikir ve ruh yoksa bir film bir haftada çöp olabiliyor, ölüyor. Oysa yalan haber gayet fiyakalı, ciddi ve ahlaklı görünmeyi başarabiliyor.
Hrant Dink suikastının aydınlatılması için hâlâ hukuktan bir şey beklemeli miyiz?
Ümit Kıvanç (Gazeteci, belgeselci):
Hayır. İlkin, hukuk zaten artık yok. İkincisi, bu davada yapılması gereken hiçbir şey yapılmadı, niyetin de cinayeti mümkün kılan devlet içi örgütlenmeyi hiçbir şekilde ortaya çıkarmamak olduğu belli.
Hükümet nasıl bir kamu emekçisi profili istiyor?
Mehmet Bozgeyik (KESK Eş Genel Başkanı):
Bugün hükümet kendi çizmiş olduğu alanın dışına çıkmayan, biat ve itaat esasına dayanan bir kamu emekçisi profili istiyor. Ve tüm uygulamalarını, politikalarını, kamusal alanı buna göre organize ederek ona uygun güvencesiz istihdam politikalarını hayata geçirmeye çalışıyor. Bu itaat ve biat kültürünü sadece kamuda değil toplumun tüm alanlarında hayata geçirerek, sormayan, sorgulamayan bir nesille iktidarının ömrünü uzatmayı hedefliyor.
Siz ‘World Music’ olarak tabir edilen dünya etnik müziklerinin de iyi bir takipçisisiniz. Türkiye çokkültürlü, çoketnisiteli, çokdilli bir ülke. Türkiye’nin dünya etnik müzik sektöründeki konumu nedir?
Naim Dilmener (Müzik yazarı):
Yok sayılır… Bu anlamda zengin olmak, dışarda etkileyici olmak, yön vermek, yol göstermek için yeterli değil… Bu iş bir mesai, bir tanıtım işi. Yorulmak, durmadan tanıtım yapmak şart. Ama yapmıyoruz; en büyük sebebi de ilk biriki deneme sonrası para akmayınca, “Bu alanda iş yok” deyip cayıyoruz. Bir tek Aynur Doğan var world-music alanında bizi hakkıyla temsil eden… Kısmen de Selda Bağcan. Her ikisinde de durum tesadüfen güzel gelişti. Bir biçimde sesleri dahil oldu genel alana ve her dinleyen çarpıldı. Planlı/programlı bir iş olsa, Selda Bağcan’ın bu duruma kırk yıl önce gelmesi/getirilmesi gerekirdi.
Partinizin HDP ile dayanışma ilişkisindeki çekingenliğini, bu seçim dayanışmasını açıkça ifade etmemesini nasıl yorumluyorsunuz?
Erdem Gül (Adalar Belediye Başkanı)
Buna çekingenlik demeyi haksızlık bulurum. İktidar gazeteciliği de, üniversiteyi de, siyaseti de kriminalleştirmek istiyor. Biz uzunca bir süredir gazeteciler olarak baskılara “Gazetecilik suç değildir” diyerek karşı çıkıyoruz. Şimdi de siyaset suç değildir diyoruz. CHP 2017 referandumundan bu yana demokrasi isteyen her kesimle birlikte yürümeye çalışıyor. Bu seçimde de aynı anlayış söz konusu. Zaman zaman eksiklikler olabilir, ancak demokrasi güçlerinin birlikteliğini sadece seçim birlikteliği olarak algılamamak gerekir. Ortadaki uzun bir yürüyüş. Farklı bakış açılarına rağmen azımsanmayacak bir ortak yürüyüş paydasının yakalandığını sevinçle görüyorum.
Hükümet bugün ekonomik ve siyasi krizi aşmak için pratik birkaç reform yapmaya razı olsa, en kolay uygulanabilecek, üzerinde en kolay uzlaşılabilecek neler önerirsiniz?
Nesrin Nas (İktisatçı, siyasetçi):
Krizin faturasının nasıl paylaştırılacağına bağlı. Bunu bir hastalığa benzetirsek, 2001 krizi kalp kriziydi. İki damarımız tıkalıydı: Kamu açıkları ve bankacılık. By-pass ameliyatı geçirdik. Diyet, spor ve yaşam biçimimizi değiştirecek AB reformları ile hızla iyileştik. Bu kez hasta ağır bir kanser hastası. Üstelik kanserli hücre metastaz da yapmış. Tüm tedavileri aynı anda uygulamak zorundayız. Kan değişecek, ilik nakli olacak ve yoğun bir kemoterapi görecek hasta. Üstelik seçimlere giderken piyasaları sakin tutmak için attıkları tüm adımlar hastalığı daha da ağırlaştırıyor ve hastalık sağlıklı hücrelere sirayet ediyor. Bu noktada belki acılı ama krizin süresini kısaltmak için IMF anlaşması ve AB ile ilişkileri kısmen onaracak demokratik reformlar ilk adım olabilir. Ne var ki, IMF anlaşmasını zor görüyorum
Yerel seçim sonrası önünüze Türkiye haritasını serdiğinizde bir sosyolog olarak ne görüyorsunuz?
Sencer Ayata (Sosyolog, siyasetçi):
Seçimlerin sonunda ideolojik ve kültürel kimlikler üzerinden düşünerek Türkiye haritaları oluşturuyoruz. Kıyılarda modern seküler, geniş İç Anadolu ve Karadeniz’de muhafazakâr ve Doğu’da Kürt kimliği öne çıkıyor. Ama bu kültürel kimlikler havada da durmuyor. Kültürel kimliklerin bir sosyo-ekonomik içeriği de var. Genel olarak bakıldığında dini muhafazakâr seçmenlere küçük kasabalar ve köyler, kent çeperleri ve eğitim düzeyi görece düşük kimseler arasında daha sık rastlıyoruz. Buna karşılık sosyo-ekonomik bakımdan gelişmiş kıyı bölgelerinde, ki artık nüfusun büyük bölümü buralarda yaşıyor, kentleşme, eğitim düzeyinin yükselmesi, meslek ve kuşak değişimleri sonucu ister modern, ister çağdaş, ister laik, ister özgürlükçü demokrat deyin muhalefete oy veren seçmenler çoğunluğa geçiyor. Yani kültürel kimliğe göre oy verme aslında sosyo-ekonomik konum ile önemli ölçüde örtüşüyor.
Barış İçin Akademisyenler Bildirisi’ne imza atarken hem bildirinin hem de sonrasındaki gelişmelerin bu kadar etkili olacağını tahmin ediyor muydunuz?
Esra Arsan (Akademisyen):
Hem ediyordum hem etmiyordum. Çünkü biz “bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzaladığımızda, bizden önce ve bizimkinden daha ağır şekilde devletin güvenlik güçlerinin bölgedeki hak ihlallerini eleştiren, ağırlıkla muhalif hukukçuların imzaladığı bir metin daha dolaşıma girmişti. Ancak bu metin bizimki kadar tepki görmedi. Bizim metin de diğeri gibi dikkate alınmadan unutulacak diye düşündüm önce. Öte yandan, bu ülkede insan haklarını savunmanın, ama özellikle de Kürtlerin haklarını savunmanın artık giderek terörle eşdeğer tutulduğunu da görüyordum. 7 Haziran seçimleri ardından yaşanan süreçte demokrasi ve sivil katılım anlamında ciddi bir zemin kayması olmuştu. Hak savunucularının, seçilmiş milletvekillerinin, doğruyu söyleyen gazetecilerin başlarına gelenleri izliyordum. Ülkede gerçeklerin kamuya açıkça söylenmesi durumunda sıradan insanların başına her türlü kötülüğün gelebileceği şeklinde bir korku politikası hakimdi. Bu nedenle, barış bildirisinin hükümet cephesinde bir rahatsızlık yaratacağını, bunun da akademisyenlere yönelik bir aksiyon alanını tetikleyebileceğini az çok tahmin ediyordum.
‘Savaş bir halk sağlığı sorunudur’ formülasyonundan yola çıkarsak, son birkaç yıldaki ülke içi ve sınır ötesindeki yoğun çatışmalı sürecin bu ülkenin sosyolojisine ve toplum psikolojisine nasıl etkileri olmuştur? Toplumlar da hastalanır mı?
Ali Özyurt (Hekim, yazar):
Toplumlar kendiliğinden hastalanmaz. Toplumları hasta eden politikalar ve bu politikaları yaşama geçiren politikacılar vardır. Toplumları en çok hasta eden politikaların başında “savaş” gelir. Kutuplaştırma, ötekileştirme, ırkçılığa varan milliyetçilik “savaş” politikalarının alt yapısını oluşturur. Bunların toplamı ülkenin sosyolojisini bozacağı gibi psikolojisini de çok olumsuz etkiler. Nitekim ülkemiz uzun yıllardır bu politikaların esiri olmuş durumda. Barış talebinin hakim olduğu, kadınlar ve çocuklar başta olmak üzere bütün dezavantajlı gruplara sahip çıkılan, göçmenleri ötekileştirmeyen, özgür, demokratik, eşitlikçi bir dil ile örülmüş politikaların ülkeye hakim olmasını sağlamamız lazım. Her savaş alt yapıda tahribat yapar. Suya, elektriğe, gıdaya, barınmaya erişimi kısıtlar. Yine her savaş insanlarda bedeni ve ruhi yıkımlara yol açar. Bunlar yüzyıllardır bilinen ve evrensel olarak kabul edilen, hatta halk sağlığı kitaplarında okutulan tartışılmaz temel bilgilerdir. Bu gerçekliğe rağmen, TTB Merkez Konseyi’nin “savaş bir halk sağlığı sorunudur” cümlesi bile 10 ay hapis ile cezalandırılabiliyorsa, o ülkedeki demokrasinin ve yargının sağlıklı olmadığını söylemek için hekim olmaya gerek yok.
Bugün ana akım medyada televizyon canlı yayınlarında ekranda gördüğümüz soru soran ya da yöneten gazetecilerin yayın sırasında bir inisiyatifi var mıdır? Ya da kalan gazeteciliklerini muhafaza edecek kadar bir manevra alanı?
Banu Güven (Gazeteci, televizyoncu):
Artık kimsenin uzun uzun ne konuşulacağının talimatını vermesine gerek yok. Yayın yapanlar o koltuğa yayında ne soracaklarını ve ne sormamaları gerektiğini bilerek geçiyorlar. Nasıl oturacaklar, nasıl hitap edecekler, hepsi belli. Eski ana akımdan olup da bugünkü AKP medyasında halen çalışabilen birkaç kişi nadiren inisiyatif kullanabiliyor. Belki konuk seçiminde, bir yere kadar. Yayında yapılan bir cümlelik bir yorum bile Twitter’ı coşturmaya yetiyor. Bu tür yayınlarda Ankara – üst kat – haber müdürü – reji – moderatör sırasıyla neler aktarıldığını bilmek zor. Ama ekrana yansıyanı görüyoruz.
İstanbul çok güzel bir şehir her şeye rağmen. Mimari bozulmaya rağmen çok güzel. Fakat neşesini kaybetmişti. Seküler neşesini. Sizinle birlikte seküler neşesi geri döndü İstanbul’un. Bu neşeyi korumak, artırmak için neler yapacaksınız?
Ekrem İmamoğlu (İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı):
Evet, İstanbul, kente ihanet edilmesine, büyük haksızlıklara uğratılmasına, beton yığınına çevrilmesine, yeşil alan yoksunu yapılmasına rağmen hâlâ dünyanın en güzel kentlerinden biri. Geldiğimiz noktada, 16 milyon İstanbullu’nun daha iyi bir çevrede, daha iyi koşullar altında, daha refah içinde yaşayabileceğine inanıyorum. Ulaşımdan kültüre, sosyal hayata katılımdan sağlıklı gıdaya ulaşmaya kadar pek çok alanda önemli iyileştirmeler yapma fırsatımızın önümüzde olduğunu, projelerimizle bunları yapabileceğimize inanıyorum. Şimdi kolları sıvayıp bu işlere girişerek kentte yaşayan herkesin neşesini yukarıya çekmeye devam edeceğiz. Bunun heyecanını yaşıyorum. Kazandığımız seçimin iptal edilmesine, mazbatamızın hukuk dışı ve antidemokratik yolla elimizden alınmasına çok üzülüyorum. Üzüntüm şahsımla ilgili değil. Hızlı hareket etmek, hizmetleri art arda sıralamak istiyorum. Kendimde ve arkadaşlarımda bu gücü ve azmi görüyorum. Bunu iki ay ertelettiler. Şimdi bu iki aylık farkı da kapatacak şekilde hızlı çalışacağız, gecemizi gündüzümüze katarak bu kenti daha güzel yapmak için irade koyacağız. Göreceksiniz, bunu başaracağız ve bu kentte her şey çok daha güzel olacak. Çünkü 16 milyon İstanbullu bizi hem teşvik edecek hem denetleyecek hem de bizimle birlikte yürüyecek
Türkiye ekonomisinin en önemli yapısal zaafları nelerdir? Bunlar nasıl giderilir?
Mahfi Eğilmez (İktisatçı, yazar):
Türkiye ekonomisinin en önemli yapısal zaaflarının başında ithalata bağımlı üretim yapısı geliyor. İthalatımızın yaklaşık yüzde 75’i üretimde girdi olarak kullanılan hammadde, ara malı ve sermaye mallarından oluşuyor. Dolayısıyla kurda en ufak bir yükseliş ithalatı pahalandırıyor ve oradan giderek fiyat artışlarına yol açıyor. Türkiye’nin bunu giderebilmek için geçici ve kısmi ithal ikamesine dayalı yepyeni bir teşvik sistemi uygulayarak bu malların rekabet edebilir durumda olanlarının içeride üretilmesini sağlaması gerekiyor. Bu teşviklerin ürün bazında yani kısmi olması ve en fazla 5 yıl süreyle geçici olması lazım. Yani bu süre içinde dünya fiyatlarıyla rekabete erişilemiyorsa o ürünün üretimini desteklemekten vazgeçmek gerek. Çünkü Türkiye geçmişte sürekli ithal ikamesi uyguladı ve rekabete açılamadı.