Dicle Fırat Gazeteciler Derneği’nin mesleki eğitim programında deneyimlerini aktarmak üzere 2 gün Diyarbakır’da bulunan üstat Tuğrul Eryılmaz’la yaşam, sanat,medya ve siyaset konuşmanın keyfine vardık. Gizli saklısı hiç olmayan Eryılmaz’ın Diyarbakır geçmişini pek az kişi bilir. Sur’da kırılan kafasıyla başladı ve son sözünü söyledi: Biz kazanacağız!
Sedat Yılmaz/ Diyarbakır
Çocukluğunuzun bir kısmının Diyarbakır’da geçtiğini pek az kişi bilir. Öncelikle Diyarbakır’ı konuşmak istiyorum. Neler hissediyorsunuz, yeniden görünce?
Diyarbakır’a her gelişimde çok memnun oluyorum. İnsanlar sanıyor ki; bunun gerekçeleri duygusal, siyasal… Burada çocukluğum geçti. Düşünsenize, 5 yaşından 10 yaşına kadar ben Diyarbakırlıydım. Babam memur, burada oturduk, iki okul değiştirdim. Bir sürü arkadaşım vardı. Diyarbakır güzel, çok hüzünlü, hiçbir itirazım yok bunlara. Ama ben şunu sezdim: Ne olursa olsun burada yaşayan insanların bir sevinci, bir hayata tutunuşu var, onu galiba halledemiyorlar. Yani kimlerse halletmek isteyenler, halledemiyorlar.
Çocukluğunuza dönersek, hafızanızda neler kaldı?
Ermeni komşumuz vardı. Annemin arkadaşı. Kocası Kürt’tü. Ben Süleyman Nazif’ten Ziya Gökalp’e transfer edildim. Orada memur çocukları okuyordu. Oradaki Kürt çocukların da zengin olduğunu fark ettim. Dostlarım oldu tabii. Dilan Sineması açılırken, ben buradaydım. Dünyanın en büyük sirki, Medrano Sirki’nin hikâyesi. Kıyamet kopuyor Dilan Sineması’nın önünde. Eğlenceliydi Diyarbakır. Bir de bu kadar devasa değildi.
Sur’da mı oturuyordunuz?
Sur’da geçti benim çocukluğum, orada büyüdüm. Bir de tabii en büyük favorim Tatlıcı Şeyhmus vardı. Bütün paralarım ona gitti. Dörtyol’un ordaydı, halkalar iki buçuk kuruş. Gençler bilmezler, iki buçuk kuruş, ortası delik para. Bir de hamam vardı. Sanırım şimdi şık bir yer olmuş. Dağkapı’ya yürüyüş mesafesindeydi. Hiç unutmuyorum; anneme, ‘Nebahat Hanım, bir dahakine artık babasını da getirirsin’ demişlerdi. O benim son hamam günüm oldu. O da bitti.
Arkadaşlarınız Kürtçe konuşuyor, nasıl bir etki yarattı?
Çok tuhaf bir şey söyleyeceğim; beni evine çağıran bütün arkadaşlarım, görüştüklerimiz hepsi Kürt’tü. Ben orada olduğum sürece herkesin benimle Türkçe konuştuğunun farkındaydım. Ama mesela mutfağa gidilince, Kürtçe konuşmalar gelirdi. Çok enteresandı. Yasağından değil, takır takır konuşurlardı. Sütannem vardı, Sultan Teyze, o harbi Kürt’tü. O hep bizimle Kürtçe konuşurdu. Tekel’de şarap fabrikasında çalışırdı. Sağlam bir kadındı, kocası hapiste falan…
Hiç annenize sordunuz mu bunlar hangi dilde konuşuyor?
Deli misin? Annem hemen, ‘Aman oğlum bunlar Kürt’ derdi. Bunu da sevecen söylüyor. Her şey o kadar içselleşmiş ki. Bir şey daha hatırlarım, ‘Çok sokağa çıkıyorsunuz ama lehçeniz bozulacak’ derlerdi. 6 yaşındaki çocuğun ne lehçesini bozacaksın. Ne olacak? Geriye düşünüp baktığımda söylüyorum, ben ne kadar keyifli bir çocukluk geçirmişim. Düşünsenize, ilk defa Diyarbakır’da kafamı kırdılar. Bu unutulacak şey mi?
Sur’u yıktılar, savaş, sonrasında yaşanan süreçler vs. Geriye bir hafıza yoklaması oluyor mu?
Olmaz olur mu? Becerebildiğim kadar yansız konuşayım. Böyle bir kente nasıl bu yapılır? Şimdi, ‘Tuğrul abartıyorsun, sonuç olarak sen çocuktun’ diyebilirsin. Ama öyle değil. Yıllar sonra (1975) Silvan’a askerliğe geldim. Diyarbakır’la yolum çok kesişti. Askerde şu alenen bize söylendi: Bu yerli halka (Silvanlılar) fazla bulaşmayın. O zaman bu nerden çıktı diyorsun. Sonra 1990- 91 gibiydi geldim. Bir cenaze töreni vardı, hatırlayamıyorum kimindi. Ateş açıldı, kıyamet kopuyor. Ben o zaman Nokta Dergisi’nin yayın müdürüyüm…
Vedat Aydın’ın cenaze töreni olabilir mi?
Olabilir. Çok ciddi, neredeyse herkes abluka altında. İnsanlar sokağa çıkamıyor, kıyamet kopuyor. O zamanda Nokta’nın sahibi ya Asil Nadir ya Bülent Şemiler. Kalktım geldim. Hiç unutmuyorum, Demir Otel’de kaldık. Allah seni inandırsın, utanç verici bir şey. İçeride CHP’liler var, önemli politikacılar var. Kimse otelden çıkamıyor. Ben de güya hastaneye gideceğim. İyi gazeteciyiz ya gidip yerinde göreceğiz. Bu işi yaşamış adamlarla konuşacağım. O dönemin kırmızı saçlı içişleri bakanı vardı. O bile içeride duruyor. Hiç unutmam, Mahmut Alınak’la hastaneye gittim gazeteci olarak vicdanımı rahatlattım.
Yazılı basın asla bitmeyecek
Asıl meselemize gelelim. Medyanın şu anki halini özetler misiniz?
Hiçbir şey bırakmadılar. Bir ülke düşün, basın organlarının yüzde 90’ı iktidarı destekliyor. Dünyanın hiçbir yerinde buna şahit olamazsınız. Her şeyi kestiler. Kırk kişi birden atıyorlar, yayın müdürlerini atıyorlar, gık çıkmıyor Türkiye’de. Turgut Özal’ın dediği doğru çıktı; iki buçuk gazeteye kaldık. Biraz BirGün, biraz Evrensel, biraz Yeni Yaşam, biraz zorlayarak Cumhuriyet. Yok, başka.
Burada bir parantez açmak istiyorum. Medya açısından bellek kaybı yaşanır mı?
Yirmi, otuz yıl belki daha az, ciddi olarak kuşakları farklılaştırdılar, bırak medyayı. Kuşaklar farklılaştı. Senden yirmi sene sonra başlayanlarla, dil tutturman bile çok zor. Kötü olan şu; Hürriyet iyi bir gazete miydi? Hayır, Aydın Doğan demişti zaten. Biz devletin gazetesiyiz diye. Türkiye Türklerindir. Milliyet iyi bir gazete miydi? El değiştirdi, yer değiştirdi, görüş değiştirdi. Türkiye’de medya adına kurum bırakmıyorlar. Acıklı olan bu. Ben tabii ki Hürriyet’i savunmuyorum ama 15 -30 bin satılıyor, diyorlar. Ondan sonra halk sizi okumuyor diyorlar. Halk bizi niye okusun? 8 gazetenin aynı manşetle çıktığı başka bir ülke bana göstersinler.
Son yıllarda en çok kime şaşırdınız, bu kadar da olmaz dediniz?
Çok insan var. Hemen söyleyeyim Hasan Cemal’e haksızlık etmişim. Hasan Cemal şimdi bakıyorum, son derece düzgün bir gazetecilik yapmaya çalışıyor. O da baskı altında. Kaç yaşında adam, koskoca Cemal Paşa’nın torununa pasaportunu vermeyecekler. Bu nasıl bir iş!
Birkaç isim sayarsak…
Niye beni kavga ettirmeye çalışıyorsun? Benim sivriliğim mi kaldı? Oto sansür yapıyorum farkında değil misin? Çok kötü tabii. Hürriyet’in başına geçenden mesela. Vahap Munyar bile… Sonra o da atıldı. Kötü bir iş yaptı aslında. Hani vardır ya, kurt kuzuyu yiyecek. Sen istersen suyun bu tarafında ol, ister diğer tarafında ol. Şimdi aynı şeyi Ahmet Hakan yapıyor.
Türkiye medyası denince her yerde emeğinizin izine rastlarız. Sabah, İstanbul Yeni Asır gibi çok sayıda mecrada çalıştınız. Şimdi olsa buralarda çalışmam dediniz. Neden?
Oralarda zaman harcadığımı düşünüyorum. Sen bize gel, bilmem şu kadar para vereceğiz. Bu benim de zaman zaman aklımı çeldi. Ama bir süre sonra fark ediyorsun, dur, yapma diyorsun. Bir de gençlere söyleyeyim, bir yerde uzun süre çalışmayın.
İndependent Türkçe çağırsa gitmez misin?
Gitmem, niye gitmediğimi de söyleyeyim. Herkes çok sevinsin, İzmir’deki laik akrabalarım… Arap sermayesinde çalışmam.
Medyanın içinde bulunduğu durumdan kendinize veya ‘muhalif’ kesimlere pay çıkarıyor musunuz?
Bulaşmamak mümkün mü? Tabii ki bulaşıyorsun. Ama şunu hep yaptık, kapıya çıkıp vurmayı bileceksin. Özellikle yaşın 40-45’in altındaysa, kendi başına işler yapacaksın. Biz dört beş ruh hastası, Sokak diye bir dergi çıkardık. Yeni bir şey yapmak isteyen insanlara, bizim gibi gazetecilerin biraz destek vermesi gerekiyor.
Yeni mecralar hakkında ne düşünüyorsunuz, ne-nasıl yapılmalı?
Benim iddiam şu: Yazılı basın bitmez. Etkisi azalır, 500 bin satıyorsan 300 bin satarsın, ama daha nitelikli haberlerle çıkarsın. Bu iş bir şekilde olacak. Dünyada oluyor. Guardian Gazetesi hâlâ çıkıyor. New York Times çıkıyor. Aynı zamanda interneti de kullanıyor. Biz de bunları deneyeceğiz.
İktidar tüm medyayı denetimi altına aldı ancak iflaslar ve kapanmalar sürdü. Okuyucu, dinleyici ve izleyici sayısı düştü. Neye bağlıyorsunuz?
Çünkü insanlar, ister halklar deyin, gruplar deyin, ne derseniz deyin, bu egemenlerin sandığı kadar aptal değil. Bunlar bizi aptal yerine koyuyorlar.
Size dönmek istiyorum. Dizi sektöründe iş alıyor musunuz?
Oradan da şutlandık. Dünyanın en korkunç dizileri Türkiye’de gösteriliyor. Zavallı zengin kız, yoksul ezik oğlan işte. Onları da bize vermiyorlar artık. En son Kıvanç Tatlıtuğ ve Tuğba Büyüküstün’ün oynadığı Cesur ve Güzel’den fena para kazanmadım.
Biraz siyaset konuşalım. Çok darbeler gördünüz. İktidarlar, liderler devrildi, değişti. Şimdiki dönemle karşılaştırmanızı istiyorum.
Bak, 27 Mayıs’ın (galiba lise bir ya da orta üçte idim) bende bıraktığı şey şudur: Bizimkiler CHP’lidir, acayip Kemalistler, o zaman İzmir Karşıyaka’dayız. Karşı komşumuz, Demokrat Parti’nin bilmem ne başkanı. Polisler gelip adamı götürmüşler. Çok şaşırmıştım. Çünkü mahallenin yarısı göbek atıyor, öbür yandan birileri perişan bir halde. Sonra 12 Mart’ı gördüm. Gerçekten korkunçtu. Burs kazanmıştım, cırt diye 70 sonunda İngiltere’ye gittim. Sonra geldim. Üniversitede asistan oldum. 12 Eylül çıktı. 12 Eylül, 12 Mart’ı nasıl arattı, biliyor musun? Güya herkesi alıyoruz diyorlar ama yine solu temizliyorlar. Hep böyle oldu Türkiye’de. Hangi amaçla yapılırsa yapılsın, Türkiye’de hep sol, hep azınlıklar temizlendi. Bu kural olarak geçerli. Ben bu kadar baskı altında olduğum, oto sansür uygulamaktan utandığım bir dönem yaşamadım. Korkunç.
44 yıllık gazeteciyim, benim sürekli basın kartımı yenilemiyorlar. Peki niye? Süleyman Soylu’nun en son yaptığı… Ya içişleri bakanısın. Başka işin mi yok? Türkiye’nin en iyi, en bilinen, en sevilen oyuncusuna ‘Kadir efendi’ diye hitap ediyorsun. Niye ‘hain’ diyorsun. Bari ‘Kadir İnanır hata etti’ de, anlayabilirim. Ama hayır, ben gücüm ve istediğimi söyleyebilirim…
Muhafazakârlaşma meselesine dair eleştirilerinizi sıklıkla duyarız. Bunu biraz açar mısınız?
Dine, ulusalcılığa, milliyetçiliğe dayanan, bütün sistemler, durumlar muhafazakârların yolunu açarlar. Başka bir şey olmaz onlardan, başka bir şey beceremezler. Kemalistler gibi konuşuyorsun diyeceksin ama haklı olduğum noktalar var. Bir rakı içmeye gidiyorsun, içeride oturup içiyorsun, ‘Dışarıda içmeyelim’. Bu İstanbul’da bile oluyor. Türkiye’nin en büyük lafı ve hâlâ kullanıyorlar, ‘karı gibi gülme’. Muhafazakârlıktan ben en çok bunu anlıyorum, yaşlıları sevmezler, moruk evinde otursun. Suriyeli mültecilere yapılanlar, utanç verici.
Muhalefet cephesinde de bu yönlü eğilim var mı?
Tabii var. İşlerine geldiği zaman. Tezkereye ‘evet’ dediler. (Suriye tezkeresi) Neden korkuluyor. Ne istiyorsunuz, neden dik duramıyorsunuz. Bunların en temel şeyi aman Kürt anasını görmesin. Demokrat sandığın kimi arkadaşların bile, ‘Ya şekerim haklısın ama…’ diyor. Aması ne bunun? Adamı darmadağın etmişsin, evlerde yakmışsın daha ne aması kaldı bunun.
Beğendiğiniz bir politikacı var mı?
Vardır tabii, olmaz olur mu. Gurur duyarım bazı insanların arkadaşı olmaktan. Mesela Ertuğrul Kürkçü, Sırrı Süreyya Önder, Gültan Kışanak. Selahattin Demirtaş tabii ki. Bir de CHP İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu. Çok düzgün bir kadın. Kadın gibi kadın.
Tecrübelerinize dayanarak ülkenin geleceğine dair düşünceleriniz nedir?
Biz kazanacağız. Ben bunu görmeyebilirim. Bunun aksi örneği dünyada yok. Biz kazanacağız. Herkesi birden söylüyorum. Bu ülkede çeken herkes. Biz çoğunluğuz. Bir kısmımız farkında değil ama esas çoğunluk biziz.
Kürt sorununun çözüleceğine inanıyor musunuz?
Tabii ki. Nereye kadar gidebilirler, nereye kadar insanları öldürebilirler. Sen bana aksi bir örnek söyle. Dünyada hiç gitmeyecek dediğin adamlar, gümbür gümbür gittiler. Türkiye’de niye olmasın ki? Bütün mesele şu: Halkların dayanışması lafı çok güzeldir. Başta türlü başa çıkamayız. Bir de bunlar bizim sandığımız kadar zeki değiller. Çok faça veriyorlar, görmüyor musun? Bir şey söylüyorlar, ertesi gün tam tersi oluyor.
Gazetecilik mesafeli olmaktır
Kürt medyasına iki çift lafınız olacaksa ne olur?
Söyleyecek çok şeyim var. Yandaş medya kadar kötü değiller ama zaman zaman aynı sloganlaşmayı ben orada da hissediyorum. Gazetecilik yan tutmayan, mesafeli meslektir. Siz zaten haberi seçerken, tarafınızı belli ediyorsunuz. Yeni Yaşam gazetesi mesela, hızla bu dediğim şeyin dışına çıkmaya çalışan bir gazete. Ben Yeni Yaşam’ı, bizim sosyalistler kızacak ama BirGün’den daha çok seviyorum veya Evrensel’den.
Patronla tanışmak iyi bir şey değildir
Meslek ilkeleri ve etiğiyle açıklayacak olursanız, yeni olanlar için ne tavsiye ediyorsunuz?
Hepimiz muhabir başladık. Tıfıl genç bir oğlandım. Yavaş yavaş orada çalış, burada çalış, gelmeye başlıyorsun. Kendi patronlarım mesela. Seni zarflıyorlar. Orada sağlam durman gerekiyor. Ben bunu yapmam demen gerekiyor. Bana niye 25 bin dolar maaş versin elin adamı. Bir kere gençlere şunu söyleyelim: Size çok para ayıran (para kazanmayın demiyorum) patronunu tanımayacaksın. Bizim medyanın derdi o. Ben patronla neden karşılıklı oturup, yemek yiyeyim, içki içeyim ya da tatile gideyim. Bunu yapmasınlar. Üç tane yurt dışı yolculuk yapacaklar diye tamah eden insanlar var. Ben gitmedim mi? Gittim. Kendimi de katarak söylüyorum. Ama gazeteciliğin bir kırmızı çizgisi olmalı.