Her büyük deprem sonrasında olduğu gibi Maraş depreminin ardından da “yaşanan büyük yıkımdan kimin sorumlu olduğu, kimden hesap sorulması gerektiği” biriken öfkenin tüm yakıcılığıyla gündeme geldi. Depremde yakınlarını, yuvalarını, geçmişlerini kaybedenlerin ve toplumun vicdanını rahatlatmak için, göz göre göre onbinlerce insanı ölüme götüren sorumluların en ağır biçimde cezalandırılmasını istemekten daha haklı ne olabilir ki?
Maraş depremi sonrası oluşan öfkenin bir benzeri, 1999 depremlerinde de ortaya çıkmış ve sorumluların cezalandırılması istenmişti. Sonuçta, -bugünlerde sıkça örnek verilen- on binlerce canın ölümünden sorumlu tutulan birkaç müteahhit üç beş yıl cezaevinde yatıp çıkmıştı. Ama mesele bununla sınırlı kalmamış, -daha çok ekonomideki krizlerle bağlantısı kurulsa da- DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümetinin ortaklarından hiçbiri bir dahaki seçimlerde barajı bile aşıp parlamentoya girememişti ve bunda 99 depreminin de önemli etkisi vardı. Yani müteahhitler hak ettikleri cezayı almamış olsa da depremin felakete dönüşmesinin siyasi sorumluları -iki yıl gecikmeyle- 2002 Kasım seçimlerinde sandıkta cezalandırılmışlardı.
Tıpkı 99’da koalisyon partilerinin sorumlu tutulduğu gibi bugün de depremin felakete dönüşmesinden sorumlu tutulanların başında siyasi iktidar gelmektedir. Bugünün iktidar sahibi, 21 yıl önce depremin afete dönüşmesinin de verdiği öfkeyle sandığa giden yurttaşların tek başına iktidara getirdiği AKP’dir. İşte şimdi o AKP, kendisini iktidara getiren öfkenin bugün doğrudan muhatabıdır. AKP’nin Maraş depremi sonrasındaki -küfür, hakaret ve tehditle dışa vuran- paniğinin nedeni, kendisini iktidara getiren koşulların bugün de iktidardan alaşağı edeceği korkusudur. İktidar, korkmakta haklıdır; 21 yıl önce sandıkta dönemin iktidar sahiplerinden hesap soran halk bugün de ilk seçimde AKP-MHP’yi sandığa gömmeyi arzulamaktadır.
AKP’nin inşa ettiği otokratik rejimde sandıkta hesap sormanın çok daha güç olacağı aşikardır. Muhalefetin bu güçlüğü aşmak için sandık dışındaki mücadele yol ve yöntemlerini vakit geçirmeden gündemine alması elzemdir.
Ancak benim üzerinde durmak isteğim konu; iktidara nasıl hesap sorulacağının ötesinde, depremin afete dönüşmesinin siyasi failinden hesap sormanın yeterli olup olmayacağıdır. 99 depreminin siyasi sorumluları sandıkta cezalandırılmış olmasına rağmen bugün benzer bir depremde karşımıza çok daha vahim bir tablo çıkmış; sadece iktidarı değiştirmenin afetleri yeniden yaşamamızı engellemediği görülmüştür.
O halde Maraş depreminin felakete dönüşmesinin baş faili AKP’nin iktidardan gitmesi, önümüzdeki zamanda böyle bir felaketle bir daha karşılaşmayacağımız anlamına gelmeyecektir. İktidar değişikliğinin yanı sıra 1) barınmayı bir hak olarak tanımayıp metalaştırdığı konutu rantın, kârın aracı haline getiren sistemin, 2) devletin bekâsını halkın yaşam hakkının önünde tutan anlayışın da değişmesi gerekir. Bunu kısaca açmaya çalışalım:
1) Barınma hakkının tanınmayarak konutun metalaşmasıyla beraber inşaat sektörü; sermayedar için kâr, toprak ve mülk sahibi için rant, devlet için belirli çevrelere kaynak aktarılan bir alan haline dönüşür. Bunun için tüm metalaşan ürünler gibi konut talebinin artırılması gerekir ve barınma hakkı ellerinden alınmış olan dar gelirliler konut almaya yönlendirilir. Büyük çoğunluğu emekçi olan dar gelirli mülksüzler konut alabilmek için kredi almak yani borçlanmak zorunda bırakılır. Yaşamını sürdürebileceği temel ihtiyaçları bile karşılayacak geliri elde edemeyenler, 10-15 yıl gibi çalışma yaşamlarının çok büyük bölümünü kapsayacak süre için borçlandırılırlar. Borçlanmak aynı zamanda işverene ve sisteme bağımlı olmayı da beraberinde getirir. Örneğin borçlandırılmış işçiler hakları için greve gitmekte tereddüt eder; en ağır sömürü koşullarına bile rıza göstermek zorunda kalır.
Başını sokacak bir konut almak için dişinden tırnağından artıran dar gelirli işçi, memur, esnaf, küçük üretici fiyatı düşük olan evleri tercih eder. İnşaat sektörü de bu nedenle -yasalar ne koşul getirirse getirsin bir yolunu bularak- en ucuz arsaların üzerine en düşük maliyetle konut inşa etmeye çalışır. İşte o zaman da deprem gibi riskler düşünülmeden çevrelenmiş arsaların üzerine en ucuz malzemeyle depremde, selde başımıza yıkılacak “konutlar” inşa edilir.
2) Bekâsını halkın yaşam hakkının önünde tutan devlet anlayışı, halklar arasında yarattığı ayrımcılık/düşmanlık üzerinden varlığını sürdürmeye çalışır. Bunun için barış yerine savaş politikaları izler ve halktan topladığı vergilerin büyük kısmını silahlanmaya harcar. Öte yandan iktidar sahipleri sürdürdükleri şatafattan vazgeçemez. Böylece gerçekleşmesi muhtemel deprem gibi doğa olaylarına karşı halkın yaşamını güvenceye alacak önlemler için yatırım yapıl(a)maz. Sonuçta da enkaz altında yardım çığlıkları karşılıksız kalan on binlerce can yitirilir; canını kurtaranlar ise kışın ortasında açta, açıkta bırakılır.
Olası bir seçimde iktidarın en güçlü adayı Millet İttifakı’nın deprem gündemli toplantı sonrası açıklamasında yolsuzluklardan, “aşırı” rant hırsından vs söz edilirken, yukarıda özetlemeye çalıştığımız döngünün değişeceğine dair herhangi bir emareden söz edilmemiştir. Bu da bir iktidar değişikliğinde devranın dönmeye devam edeceğine işaret etmektedir.
Sözün özü: Doğa olaylarının afete dönüşmesinde Maraş depreminin son olması isteniyorsa, sadece siyasi faile hesap sormakla yetinmeyip, konutu metalaştıran kapitalizme karşı da mücadele etmek gerekir.