1996 yılında memleketi Edirne’ye giden ve daha sonra kendisinden haber alınamayan Talat Türkoğlu, kontrgerilla merkezinde işkence edilerek kaybedildi. Avukat Gülizar Tuncer, itiraflara rağmen hiçbir işlem yapılmadığını söylüyor
Yadigar Aygün
Talat Türkoğlu, 1996 yılında memleketi Edirne’ye gitti ve bir daha İstanbul’a geri dönemedi. Kendisi yalnızca 80 öncesinde TSİP’teki siyasal faaliyetleri sebebiyle değil, TKP/B ve TDP davaları nedeniyle de defalarca kez gözaltına alınıp ağır işkenceler görür. Sıkıyönetim Mahkemelerinde, Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde (DGM) yargılanır ve yıllarca cezaevinde kalır. En son İstanbul DGM’de görülmekte olan bir davadan tahliye olur. 1 Nisan 1996 tarihinde, TSİP eski Edirne İl Başkanı Talat Türkoğlu gözaltında kaybedilir. Davanın avukatı Gülizar Tuncer, gözaltında kaybetmenin bir devlet politikası olduğuna dikkat çekerek, Türkoğlu davasında yaşanan adaletsizlikleri değerlendirdi.
Sindirme yöntemi
Devletlerin içinde bulundukları konjonktürel ortamda kendilerine tehdit olarak gördükleri toplumsal kesimin niteliğine göre şekil alan bu devletlere göre terörünün biçimi, ülkelere göre kısmi farklılıklar gösterse de amaçlarının değişmediğini kaydeden Av. Gülizar Tuncer, “Talat Türkoğlu, Türkiye’de ‘gözaltında kayıp’, uluslararası hukukta ‘zorla kaybetme kaybedilme’ olarak ifade edilen suçun işlenmesi açısından devletin hedefinde olabilecek insanlardan biriydi. Özellikle 20. yüzyılın başından itibaren savaş ve yoğun iç çatışmaların olduğu ülkelerde, 1930’lardan sonra Nazi dönemi Almanya’sında, 1960’lardan itibaren ABD’nin desteğiyle darbeler yapan askeri faşist cuntaların olduğu Latin Amerika ülkelerinde kitlesel biçimde uygulanmıştır. Özellikle Arjantin, Şili, Guatemala, El Salvador, Filipinler, Peru, Nepal, Cezayir, İran, Irak gibi ülkelerde devletler gözaltında zorla kaybettirilmeyi sistematik bir yok etme yöntemi olarak devreye sokmuşlardır. Bütün bu ülkelerde zorla kaybetme politikası fiziksel imhayı hedeflemekle kalmayıp, aynı zamanda bir toplumsal sindirme yöntemi olarak da kullanılmıştır” dedi.
Yok etme politikası
Türkiye ve Kürt kentlerinde ise zorla kaybetmelerin, faili meçhullerin, toplu mezarların gerçeği Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren varlığını koruduğunu ve devletin kodlarına yerleşen bir yok etme politikası olduğunu belirten Tuncer, Kürtlerin ve muhaliflerin gözaltında kaybedilmesinin yeni olmadığını hatırlatarak, devletin şiddet yöntemlerinden biri olduğunun altını çizdi. Tuncer, “1915 Ermeni soykırımı ile başlayıp devamındaki yıllarda Rumların, Süryanilerin, Keldanilerin ve daha pek çok halkın bu topraklardan kitlesel biçimde katledilip sürülmesiyle devam ettirilen bir süreçtir. Yine T.C. devletinin her daim tehdit olarak gördüğü Kürtleri hedef alması ve inkar, asimilasyon ve katliamlarla her türlü isyan ve direnişi bastırması da yeni değil. Yakın tarihte, özellikle 1990’lı yıllarda, Kürdistan’da kirli savaş politikalarının yürütüldüğü o karanlık dönemde köy yakmalar, faili meçhuller, infazlarla birlikte zorla kaybetmeler de yaygın ve sistematik bir devlet politikası olarak uygulamaya konulmuş ve binlerce insan yaşamını yitirmiştir. Kürtlere karşı yürütülen savaş konseptinin bir parçası olarak gündeme gelen zorla kaybetme, yasa dışı bir şekilde alıkoyma, kaçırma ve katletme politikasının batıya yönelmesi ve devrimci, sosyalist örgütlü güçleri hedef alması da aynı dönemlere denk düşer. Devlet bir yandan mücadele içindeki direniş odaklarına saldırırken, bir yandan da psikolojik savaşın bir parçası olarak bütün muhalefet güçlerine, emekçi kitlelere ve ezilenlere korkutma ve sindirme amaçlı bir gözdağı vermeye çalışır. Zorla kaybetmeler de diğer şiddet yöntemleri gibi egemen güçlerin ideolojik bir tutumu olarak, bu ülkede hak ve özgürlük mücadelesi veren herkesi tehdit eden bir teslim alma politikası olarak yürütülmüştür” diye belirtti.
Dava sürüncemede
İtiraflara rağmen kaybetmenin araştırılmadığına dikkat çeken Tuncer, “Talat Türkoğlu ile ilgili, 1997 yılında Gebze Cezaevi’nde bulunan Kasım Açık adlı itirafçı, Talat’ın Edirne Çadırkent’te bulunan kontrgerilla merkezinde ‘Yeşil’ kod Mahmut Yıldırım’a bağlı bir ekip tarafından sorgulanarak işkence yapıldığını ve katledildikten sonra da Meriç Nehri’ne atıldığını itiraf etti. Kasım Açık itiraflarında Edirne’deki jandarma komutanı, Edirne Terörle Mücadele Şubesi’ndeki bir komiser ve o dönemin meşhur itirafçıları Murat İpek ve Murat Demir’in isimlerini de verip krokilerle yaşananları anlatmış, Talat’la ilgili olarak, üzerindeki giysilerden ayakkabı ve cüzdanına, saatine kadar her şeyi ayrıntılarıyla anlatmış ve ailesi tarafından da teyit edilen bu bilgilere rağmen savcılıkça hiçbir işlem yapılmamıştır. Öyle ki Edirne Cumhuriyet Savcılığı açıkça isimleri belirtilen bu kişileri bırakalım ‘şüpheli’ sıfatıyla ‘tanık’ sıfatıyla dahi dinlemeye gerek görmemiş, başkaca da hiçbir inceleme, araştırma yapmayarak dosyayı sürüncemede bırakmıştır” dedi.
Zaman aşımı politikası
Av. Gülizar Tuncer, zorla kaybetmenin insanlığa karşı işlenen suç olduğunu vurgulayarak bu suçlarda zaman aşımı olmaması gerektiğine vurgu yaptı. Zaman aşımı gibi kararlarla pek çok siyasi davanın üzerinin kapatılmak istendiğini söyleyen Tuncer, yargının cezasızlık politikasıyla hareket ettiğini kaydederek, “Talat Türkoğlu’nun soruşturma dosyası, 20 yıllık süre geçince ‘zaman aşımı’na girmiş ve göstermelik bir dava açılmasına da gerek kalmadan ‘cezasızlık’la sonuçlanmıştır. Bu konuda özellikle Kürdistan’daki gerçekleşen binlerce zorla kaybetme ve faili meçhul kalan cinayetle ilgili olarak yürütülen soruşturmalara da değinmek gerekiyor. Çünkü Türkiye’de devlet politikası olarak gerçekleşen zorla kaybetmeler, yargı organlarınca adli bir vaka olarak, basit bir ‘adam öldürme’ suçu olarak değerlendirildiği için, 20 yıllık zaman aşımı süresi işletiliyor. Ne yazık ki Kürdistan’da ağırlıklı olarak 1990’lı yıllarda yaşanan zorla kaybetme dosyalarının zaman aşımını kesen nedenler dışında büyük çoğunluğu da zaman aşımı gerekçesiyle kapatılmış durumda. Bunun nedeni de Türkiye’nin hâlâ ‘zorla kaybetme’ vakalarını ‘insanlığa karşı işlenmiş suç’ kapsamında görmemesi. Böyle olduğu için de insanlığa karşı suçlarda uygulanmayan ‘zaman aşımı’ bu dosyalarda işletilerek cezasızlık politikası uygulanıyor. Bunun dışında Türkiye, bu konuyla ilgili Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin kuruluşunu temel alan Roma Statüsü’nü kabul etmediği ve Birleşmiş Milletler Kayıpların Önlenmesi Hakkında Sözleşme’yi de imzalamadığı için, kayıpların önlenmesi için alınması gereken önlemler ile zorla kaybetmeler gerçekleştikten sonraki aşamada, soruşturma sürecinden yargılama ve cezalandırma aşamasına kadarki sürece ilişkin özel usullere de uyulmadığından, yani dosyalar artık göstermelik yöntemlere de ihtiyaç duyulmaksızın rahatlıkla cezasızlıkla sonuçlandırılıyor” diye konuştu.
Davaya dair
Talat Türkoğlu’nun davası 1 Kasım 1998 tarihinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) taşındı. AİHM’in 17 Mart 2005 tarihli kararı ile Talat Türkoğlu’nun kaybolmasına ilişkin şartlara yönelik yeterli ve etkili bir soruşturma yapmadığından ötürü Türkiye’yi mahkûm etti. 14 Nisan 2016 tarihinde Edirne Savcılığı, evrensel hukuka aykırı bir biçimde zaman aşımı süresinin dolduğu gerekçesiyle, kovuşturmaya yer olmadığı kararını verdi. Bu karar üzerine Avukat Tuncer, Edirne Sulh Ceza Hakimliği’ne itiraz başvurusu yaptı. 26 Temmuz 2016 tarihinde yapılan itiraz reddedildi. Tuncer, 18 Ağustos 2016 tarihinde Anayasa Mahkemesi’ne başvuruda bulundu.
Failler yargılanmıyor
Dava sürecinde pek çok adaletsizliğin yaşandığını belirten Tuncer, “Aslında Talat Türkoğlu dosyasında yaşananlar diğer zorla kaybetme dosyalarında yaşananlardan farklı değil. Öncelikle bu ‘suç’ bir devlet politikası olarak devreye sokulup yine devlet adına hareket eden resmi veya gayriresmi kişiler tarafından gerçekleştirildiği için devletin sorumluluğunu ortaya koyacak biçimde bir soruşturma veya yargılama yürütülmesi mümkün değil. O yüzden savcılıklarca tek tek yürütülen kayıp soruşturmalarında da JİTEM davası, Ergenekon davası, 12 Eylül yargılamaları gibi göstermelik olarak açılan toplu davalarda da işkence, kayıp ve faili meçhul cinayetlerle ilgili bir sonuca varılamadı. Bütün bu soruşturma ve yargılamalarda yalnızca ‘fail’ konumundaki asker, polis, korucu, itirafçı vb. kişiler değil, onlara emir ve talimat veren, suçun işlenmesine ortam ve olanak hazırlayanların da yargılanması gerektiği için, yani işin ucu devlete varacağı için başka bir sonuç beklemek de mümkün değil. Yoksa her şey ortada; kaldı ki bizim de bir şey dememize de gerek kalmadan Mehmet Ağarlar, Ayhan Çarkınlar kendileri itiraf ediyorlar, adına ‘bin operasyon’ dedikleri zulüm politikalarını ve vahşice gerçekleştirdikleri uygulamalarıdır. Dolayısıyla Talat Türkoğlu dosyasında da ‘iç hukuk’ anlamında, AİHM kararlarında belirtildiği gibi ‘ciddi, etkili, sonuç alıcı’ bir soruşturma süreci beklemiyorduk, öyle de oldu” dedi.
Kısır döngü
Hukuki süreçlerde kısır bir döngü işletildiğinin altını çizen Tuncer, “AİHM’in 2005 yılında Türkiye aleyhine verdiği mahkûmiyet kararında, açık biçimde AİHS 2. maddede yer alan ‘yaşama hakkı’nın ihlali ve yine 13. maddede yer alan ‘etkili iç hukuk yolu’ bulunmadığı tespitlerine yer verildiği için, Edirne Cumhuriyet Başsavcılığı’na yeniden dilekçe vererek AİHM kararı doğrultusunda soruşturmanın derinleştirilerek yürütülmesini talep ettik. Ancak Edirne Cumhuriyet Başsavcılığı, bu talebimizden sonra da usulen bazı yazışmalar yapmaktan başka adım atmadı ve nihayetinde ‘zaman aşımı’ süresi dolduğu gerekçesiyle, ‘kovuşturmaya yer olmadığı’ kararını verdi. Bu karara karşı yaptığımız itiraz da reddedilince bu sefer Anayasa Mahkemesi’ne başvurmak zorunda kaldık. Ancak Anayasa Mahkemesi de 3 Ocak 2020 tarihinde başvurumuzu hukuki olmayan gerekçelerle reddetti. Bu karara karşı da yeniden AİHM’e başvurmak zorunda kaldık. Yani aslında hukuki süreçler anlamında tam bir kısır döngünün içindeyiz” diye belirtti.