Veli Saçılık
Cezaevi yerine yanlışlıkla “ezaevi” yazmadım. Somut durumu en iyi “ezaevi” sözcüğü anlattığı için bilerek yazdım. Tecrit, işkence, intihar, açlık grevleri, hasta tutuklular… Bugünün cezaevleri 12 Eylül darbe koşullarına benzemekle birlikte çok daha ölümcül durumda. 12 Eylül darbecilerinin işkence merkezi olarak kullandığı Mamak, Diyarbakır, Metris cezaevlerinin karşısında bugün bütün F Tipi cezaevlerinde, İmralı’da baskılar ve tecrit en ağır biçimde sürdürülüyor. Kitlesel tutuklamalar eşliğinde cezaevleri kapısından her gün cenazeler çıkıyor. Korku imparatorluğu yaratma hedefi, kolluk-adliye-cezaevi üçgeninde uygulamaya geçiriliyor. Teslim alınmış bir toplum yaratmak için cezaevlerinde teslimiyeti kabul ettirmek gerektiğini devletlû gelenek deneyimle biliyor. Diyarbakır zindanlarında yakılan direniş ateşinin Kürtleri küllerinden yeniden var ettiğine, Tek Tip Elbise direnişi ve ‘96 ölüm oruçlarıyla Türkiye Devrimci Hareketi’nin kendine güven kazanarak büyüdüğüne şahitlik ettik. Direniş-teslimiyet, zafer-yenilgi dört duvar arasında süren irade savaşında belirleniyor.
Tutuklu ailelerinin haftalardır İstanbul Çağlayan Adliyesi önünde inatla sürdürdüğü eylem, tecrit işkencesi altındaki insanları yalnız bırakmamak açısından çok önemli. HDP milletvekili Musa Piroğlu ve diğer milletvekillerinin destek verdiği bu eyleme polis sistematik biçimde saldırıyor. Cezaevlerinde gerçekleşen işkence ve baskıların görünür olmaması, tutukluların kendini yalnız hissetmesi Saray Rejimi açısından stratejik öneme sahip. Cezaevlerindeki direnişin sokağı özgürleştireceğini, sokaktaki sahiplenmenin tutsaklara özgürlük kapılarını açacağını her iki taraf da biliyor. Cezaevlerinde yüzlerce insanın katledilmesine imza atan Bülent Ecevit’in “cezaevlerine hâkim olamazsak eğer sokağa da hâkim olamayız” sözü cezaevleri üzerinden neyin hedeflendiğini net biçimde özetliyor. Kürt sorununun çözümü de, emekçilerin haklarının kazanımı da cezaevi-sokak, direniş-teslimiyet ekseninden geçiyor.
Saray Rejimi, ülkenin dört bir yanına devasa cezaevleri yapmakla meşgul. Emekçilerin kölelik koşullarında çalıştırılması için, Kürtlerin özgürlük taleplerinden vazgeçirilmesi, kadınların, gençlerin susturulması için cezaevlerinin çoğaltılması ve ülkenin yarı açık cezaevine çevrilmesi gerekiyor. Egemenlerin böylesine fütursuzca oynayabilmesinin sebebi elbette emekçilerin örgütsüz ve dağınık olmasıyla alakalı. Hatırlayalım, 12 Eylül’de Halit Narin, işçi sınıfına “şimdiye kadar çok ağladık, bundan sonra biz güleceğiz, siz ağlayacaksınız” demişti. TÜSİAD ve MÜSİAD elitinin, (Tayyip Erdoğan’dan arada sırada patronlara “gözünüze dizinize dursun” mealindeki ayarlarını bir kenara bırakırsak) 12 Eylül’den sonra başlayan gülüşmeler, AKP’nin zirveye taşıdığı neo-liberal dönemde arsız kahkahalarına dönüştü. Emekçilerin 1989 Bahar eylemleri, Kürt halkının aynı dönem uyanışı, 1993 Sivas katliamı sonrası büyüyen Alevi hareketi egemenlerin gülüşlerini kaygıya çevirmişti ama 15 Temmuz darbe tezgâhı sonrasında başlatılan topyekûn saldırı dalgası sermaye sınıfı için “Allah’ın bir lütfu” oldu.
Diyalektiğin temel yasası gereği yaşam içindeki bütün olgular birbiriyle ilişkili. İşçilerin uyanış yılı 1989’da aynı zamanda bütün ezilen halkların uyanmış olması bir tesadüf değil. Cezaevlerinde işkence ve baskıların arttığı şu an içinde olduğumuz dönemde emekçilerin sendikalarının güçsüz hale getirilmiş olmasının bir illiyet bağı var. 1999’da Ulucanlar Cezaevi’nde gerçekleşen katliam, sonra 5 Temmuz 2000 tarihinde Burdur Cezaevi’nde (benim kolumun dozer darbesiyle koparılıp, köpeklere atıldığı operasyon) yaşanalar ve 19 Aralık 2000 tarihinde yirmi cezaevine aynı anda gerçekleşen büyük katliam… Her ne kadar alakasız gibi görünse de yaratılan medya düzeninin, asgari ücret adı altında dayatılan sefaletin, ensemizdeki polis copunun, 5’li Çetelerin, beş maaşlı bürokratların, kayyımların vb. faşizm çeşnilerinin 19 Aralık cezaevi katliamıyla ve halen süren tecrit işkencesiyle güçlü bağı var.
Annelerin sokaktaki eylemi kimi gözlere güçsüz ve etkisiz gelebilir. Ancak 1 Eylül 1987 yılında TBMM önünde tutsaklarla dayanışma eyleminde polis copuyla katledilen Didar Şensoy’dan bugüne cezaevlerinde yaşanan baskılara itiraz etmek insani ve vicdani açıdan en güçlü eylem olageldi. Esat Oktay Yıldıran, Raci Tetik gibi işkenceciler işkenceyi keyif için değil, umutsuzluğu, teslimiyeti hâkim kılmak için yaptılar. Burdur cezaevi operasyonu sırasında “teslim olun” anonsunu duyduğumda, “zaten esiriz” diye düşünmüştüm. Onca direniş ve kaybettiğimiz canların ardından, esir düşmek ile teslim olmanın aynı şey olmadığını biliyorum. Cezaevi, adliye kapıları önünde dövülen bütün annelerde kendi annemi görüyorum. Şu dünyada, evladının hayatı için mücadele eden bir anneden daha kutsal ne olabilir ki?