Geçen hafta bu köşede “Asgari ücreti işçi sınıfının gücü belirler!” başlıklı yazıda; “asgari ücretin rakamlara sıkıştırılacak bir mesele olmadığını, sınıflar arası güç ilişkilerini içeren ideolojik bir tartışmanın konusu olması gerektiğini” belirtmiş; “sermayenin çıkarlarını temsil edenlerin (siyasetçi, gazeteci, ekonomist vs) ücreti, ideolojik bir tartışmanın dışına çıkarıp, rakamlara indirgediği” tespitinde bulunmuştum.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Çarşamba günü yapılan kabine toplantısının çıkışında asgari ücrete ilişkin yaptığı açıklamada, bu tespitimde yanıldığımı gösterdi. Erdoğan, önümüzdeki hafta başlayacak asgari ücret tespit görüşmeleri konusunda, “İşverenlerimizi yormayacak, istihdama zarar vermeyecek bir asgari ücret hedefiyle bu süreç yönetilecek” açıklamasında bulundu. Erdoğan’ın asgari ücret rakamı telaffuz etmeden yaptığı, son derece “ideolojik” bir açıklamaydı ve bu açıklama, herhangi bir tereddüte mahal bırakmayacak şekilde -21 yıllık AKP iktidarı süresince olduğu gibi- bir kez daha “patronları üzmemek” için emekçilerin açlığa ve yoksulluğa terk edilmesini tercih ettiğini gösteriyordu.
Devletin en üst kademesinin, sermayenin çıkarlarını savunduğunu böylesine eğmeden, bükmeden alenen ortaya koymuş olması; işverenler üzülmesin, yorulmasın, varlıklarına varlık katsın diye çocuklarını doyuramayan, kirasını ödeyemeyen, ilaç alacak para bulamayan emekçiler ve onları temsil edenlerin nasıl bir tepki göstereceği merakını da beraberinde getiriyor haliyle. Bu durumda da gözler en çok üyeye sahip işçi konfederasyonu olması nedeniyle Türk İş’e ve diğer sendikalara çevriliyor.
Gerçi, Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nda emekçileri temsilen bulunan Türk İş’in yıllardan beridir asgari ücretin belirlenmesinde emekçilerin çıkarlarını savunmak adına -boş sözler sarfetmekten başka- bir şey yaptığı görülmemiştir. Ama yine de 15-16 Haziran’ı, 89 Bahar Eylemleri’ni gerçekleştirmiş bir tarihe sahip olan Türkiye işçi sınıfının, her seferinde, meydanı bu kadar da boş bırakmayacağı umulur ve bu umutla sendika yönetimlerinin tavrının ne olacağı merak edilir. Hele de pandemi, ekonomik kriz derken emekçilerin yıldan yıla yoksullaştığı; günde 10-12 saat çalışma karşılığında aldıkları ücretle beslenme, barınma gibi en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamadığı; buna karşılık işletmelerin kâr rekorları kırıp, bir avuç sermayedarın zenginliğine zenginlik kattığı bir dönemde -artık mucize beklentisine dönse de- bir umut hep vardır.
Her asgari ücret belirleme döneminde olduğu gibi Türk İş’ten beklenen açıklama Genel Başkan Ergün Atalay’dan geldi. Atalay’ın açıklamaları ilginç olduğu gibi çelişkiliydi de. Örneğin bir taraftan “Açlık sınırından bir pazarlık olmaz” derken diğer taraftan asgari ücret pazarlığına, açlık sınırı olan 14 bin 25 TL’den başlayacaklarını söyledi. Hükümetin asgari ücretin yılda bir kez belirlenmesine yönelik tavrına karşılık olarak tepkisini “Bakan bu sene bir defa olacak diyor. Hiç olmasın, zam da yapmayın, para da vermeyin” diyerek gösterdi. Ama en ilginç olanı sanırım, “Asgari Ücret Komisyonu’na Türk İş yetkililerinin yerine dört asgari ücretli işçi oturacak, bu işçiler hükümet ve işveren temsilcilerine nasıl geçinemediklerini anlatacaklar” cümlesiydi.
Kurulduğu 1952’den bu yana, Türk İş başkanlarının işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda bir sendikal perspektife sahip oldukları söylenemez. Dolayısıyla Atalay’dan da işçi sınıfının gücünü açığa çıkaracak bir mücadele programı izlemesi ve bu gücü arkasına alarak pazarlık masasında işçilerin haklarını savunacak bir tavır sergilemesi beklenemez. Ancak asgari ücret pazarlığını açlık sınırından başlatacak kadar siyasi iktidarın ve sermayenin işçileri açlığa mahkum etme siyasetinin payandalığını yapabileceği de akla gelmezdi. Öte yandan 1 milyon 300 bin üyesi olan ülkedeki tüm emekçiler adına pazarlık masasına oturan bir konfederasyon başkanının “Zam da yapmayın, para da vermeyin!” gibi çocukça bir tavır sergilemesi; Komisyon’a katılacak dört asgari ücretli işçi hükümet ve işveren temsilcilerine nasıl geçinemediklerini anlatacaklar” sözüyle hükümet ve işveren temsilcileri asgari ücretle geçinilemeyeceğini bilmedikleri için ücretleri düşük tutuyormuş gibi safiyane bir yaklaşım sergilemesi Türk İş başkanından bile beklenmezdi.
Görünen o ki, Türk İş başkanı, oturduğu koltuğa ve o koltuğun gerçek sahibi olan işçi sınıfına tamamen yabancılaşmıştır. Bu durumda sorgulanması gereken, bugün o koltukta oturan kişiden ziyade, onun -en fazla üyeye sahip- bir işçi örgütünün tepesine nasıl geldiği ve Türk İş’e üye 34 sendikadan hiçbirinin konfederasyon başkanının işçi sınıfına ihanet olarak tanımlanabilecek açıklamalarına herhangi bir tepki göstermemiş olmasıdır. Diğer işçi konfederasyonlarının bu süreçteki konumlanmaları ve Türk İş’e karşı tepkisizlikleri de bu sorgulamaya mutlaka dahil edilmelidir.
Sözün özü: Açlıkla, yoksullukla, güvencesizlikle, kötü çalışma koşullarıyla cebelleşen emekçilerin ücretini belirleyecek güce sahip olabilmesi; insanca çalışma ve yaşam şartlarına kavuşabilmesi, sınıfa yabancılaşmış ve hatta sınıfa ihanet içinde olan sendikacılardan kurtulmayı ve sendikaları kendi öz örgütlenmesi haline dönüştürmeyi örgütlü mücadelenin öncelikli hedefi haline getirmesiyle mümkündür.