Stanley Kubrick’in ‘Otomatik Portakal’ filminin mesajı evrenseldir ve ne tatlı ne de rahat bir yolculuktur. Birçok filmin sınırlarını çizen hoşnut tutma anlayışının tersine düşünmeye teşvik eder, dikkat etmeye mecbur bırakır ve gözünüzü kaçırmanıza engel olur
1 FİLM 1 YÖNETMEN
Çeviri: Tolga Er
Yönetmen Stanley Kubrick, onlarca yıl süren sinema kariyerinde başkalarının romanlarını alıp, kendi bakış açısına göre şekillendirmesiyle tanınır. 16 filmin 12’sinde yönetmekle kalmamış, aynı zamanda senaryoya da dahil olmuştur. Bu yüzden “2001: Uzay Macerası”ndan (2001: A Space Odyssey) bahsedilirken “Arthur C. Clarke’s 2001”inden ziyade “Stanley Kubrick’in 2001”ine atıfta bulunulur. “Dr. Garipaşk” (Dr. Strangelove) filmi de birçokları için Peter George’un değil, “Kubrick’in ‘Garipaşk’ıdır”. Aynısı usta yazar Stephen King’in kaleme aldığı, Kubrick’in beyaz perdeye taşıdığı “Cinnet” (The Shining)filmi için de geçerlidir.
Benzer bir şekilde, “Otomatik Portakal” filminin arkasındaki itici güç de önemli bir kesim için Anthony Burgess’ten ziyade Stanley Kubrick’tir. Yönetmen Kubrick’in beyaz perdeye uyarladığı “Otomatik Portakal” filmi üç bölümde anlatılır. Yakın bir gelecekte geçen filmin mekanı detaylandırılmamış bir İngiliz kentidir. Suçlular kentin her yerinde kol gezerken, cezaevlerindekilerin sayısı giderek artmaktadır. Gençlerden oluşan çeteler, gelişigüzel belirledikleri hedeflerini soyar, döver, öldürür veya onlara tecavüz eder. Cezaevlerini boşaltmaya istekli olan hükümet ise buna karşın bir rehabilitasyon yöntemi bulur. Buna göre, mide bulantısına neden olan kimyasal verdikleri suçlulara seks ve şiddet görüntüleri izlettirerek ‘ahlaksız ve yasa dışı eylemler’e Pavlov’un deneyindekine benzer bir tepki üretilmeye çalışılır. Böylece toplum karşıtı eylemler katlanılamayacak bir rahatsızlığa neden olacak, beyni yıkanmış suçlular topluma yeniden katılabilecek ve üretken birer zombi olabilecektir.
Usta yönetmen Kubrick’in uyarladığı “Otomatik Portakal”, Terry Gilliam’ın Brezilya’sı veya George Orwell’in 1984’ü gibi fütürist siyasi hicivlerde olduğu üzere bir parça alegori, bir tutam kara komedi ve biraz da dramanın birleşmesinden kuruludur. Film, suç oluşturan davranışları azaltmak için hükümet tarafından uygulanan etkisiz ve bir o kadar insanlıkdışı yöntemi gündeme getirir ve şu soruyu yöneltir: Nispeten ‘güvenli’ bir toplumda yaşamak için ne kadar fedakarlıkta bulunmamız gerekir? Devletin ‘suçun tepkiselliği’ni öldürmeye hakkı var mıdır veya infaz tercih edilebilir bir kader midir? Son olarak Kubrick, kamuoyunun değişken doğasını da aktarır. Hükümetin yöntemlerini yere göğe sığdıramayanlar, bir gün kendilerini yermek zorunda kalacaktır.
“Otomatik Portakal”ın mesajı evrenseldir ve ne tatlı ne de rahat bir yolculuktur. Birçok filmin sınırlarını çizen hoşnut tutma anlayışının tersine düşünmeyi teşvik eder, dikkat etmeye mecbur bırakır ve gözünüzü kaçırmanıza engel olur. Aşağıda okuyacağınız söyleşide ise yönetmen Stanley Kubrick, Otomatik Portakal filmindeki Alex karakterini değerlendiriyor ve izleyici üzerindeki etkisine değiniyor.
‘Otomatik Portakal’ı beyaz perdeye uyarlarken Anthony Burgess ile ne kadar yakın çalıştınız?
Anthony Burgess ile romanı tartışacak hemen hemen hiç fırsatım olmadı. Bir akşam Londra’dan geçerken beni aradı ve telefonda kısa bir görüşme yaptık. Daha çok hoşbeş ettik. Diğer yandan o yönde bir endişem yoktu çünkü “Otomatik Portakal” gibi mükemmel yazılmış bir kitapta, romanın metninden doğabilecek herhangi bir soruya yanıt bulamamak için tembel olmak gerekir. Şöyle de denilebilir: Burgess, hikâye hakkında ne demek istediyse kitapta söylemişti.
Beyin yıkama bölümünde Alex’e uygulanan şiddet, kendisinin yaptıklarından daha korkunçtu…
Alex’in vahşiliğine kesinlikle ağırlık vermek gerekliydi, çünkü diğer türlü hükümetin ona ne yaptığıyla ilişkin ahlaki bir karmaşa oluşurdu. Daha az kötü bir adam olsa şöyle denilebilirdi: “Ah, evet, tabii. Bu psikolojik şartlandırma ona uygulanmamalı. Her şeyiyle korkunç ve zaten o kadar da kötü biri değildi.” Diğer yandan böyle gaddar eylemlerde bulunurken gösterdiğinizde, hükümetin, onu iyi yapmak için insandan daha azına dönüştürdüğünde yapmış olduğu devasa kötülüğün farkına varabiliyorsunuz. O yüzden kitabın başlıca ahlaki fikrinin net olduğunu düşünüyorum. Bir adamın iyi veya kötüyü seçme şansına sahip olması gereklidir. Bu kötüyü seçse de öyledir. Onu bu haktan yoksun bırakmak onu daha daha az insan olan bir şey, yani otomatik portakal haline getirir
Filmde aynı zamanda Alex ile özdeşleşmeye davetiye çıkarmıyor musunuz?
Bahsettiğim kişisel özelliklerine ek olarak, temel psikolojik bir eğilim, Alex ile bilinçsizce bir özdeşleşme olduğunu düşünüyorum. Hikâyeye sosyal veya ahlaki seviyede değil de psikolojik rüya seviyesinde baktığınızda Alex, idin yarattığı bir canlı olarak görülebilir. Ondan hepimizin içinde var. Çoğu zaman böyle bir teşhis seyirciden bir tür empati gelmesine neden oluyor görünüyor, ama bazı insanları çok öfkeli ve rahatsız hale getiriyor. Kendilerinin bu yönünü kabul edemiyorlar, bu yüzden de filme sinirleniyorlar. Bu biraz, kendisine kötü haber getiren elçiyi öldüren ve iyi haber getiren elçiyi ödüllendiren krala benziyor.
Alex’in seyirci üzerinde yarattığı türden bir büyüyü nasıl açıklarsınız?
Bence bunun nedeni muhtemelen Alex ile bilinçaltı seviyesinden özdeşleşebilmemizden ötürü. Psikiyatristler bize bilinçaltında bilinç olmadığını söylüyor ve belki de bilinçaltımızda hepimiz potansiyel birer Alexizdir. Ona dönüşmememizin nedeni ahlak, yasa ve bazen doğuştan gelen karakterimizin sonucu olabilir. Belki de bu bazı insanların rahatsız hissetmesine neden oluyor ve kısmen de olsa bu durum film nedeniyle ortaya çıkan tartışmayı açıklıyor. Belki de insan doğasının bu yönünü kabul edemiyorlar. Ancak aynı psikolojik fenomenin çoğunu Shakespeare’in “III. Ricard”ında da bulabileceğinize inanıyorum. Richard’a yönelik hoşlanmama dışında hiçbir duygu hissetmemeniz gerekir, ancak rol iyi oynandığında, onunla giderek özdeşleşmeye benzer bir halde bulursunuz kendinizi. Bu, onun hırsını veya eylemlerini paylaştığınız için, veya onu sevdiğiniz veya insanların onun gibi davranmasını istediğiniz için değil, oyunu izlerken yavaş yavaş bilinçaltınıza doğru ilerlediği ve zihninizin boşluklarında bir tanınırlık oluştuğu için öyle. Aynı zamanda hiç kimsenin, oyundan ayrılırken III. Richard’ı veya Alex’i, hayranlık uyandıracak veya kişinin olmak isteyeceği türde birileri olarak gördüğüne inanmıyorum.
Bazı insanlar böylesine bir hayranlığın olası tehlikelerine yönelik eleştirilerde bulundu.
Bence kişinin hissettiği hayranlık değil, böyle düşünen herkesin tamamıyla yanılgıda olduğunu düşünüyorum. Ben bu görüşü sunanların, ne kadar iyi niyetli veya zeki olurlarsa olsun, daha yaygın ve sıkı sansürden yana pozisyon aldığını düşünüyorum. Hiç kimse “Otomatik Portakal”ı izledi diye “III. Richard”ı izlediğinden daha çok yozlaşıyor olamaz. “Otomatik Portakal” dünya genelinde önemli bir sanat eseri olarak değer gördü. New York Film Critics tarafından yılın filmi seçildi ve ben de En İyi Yönetmen Ödülü’nü aldım. Belçikalı film eleştirmenleri de kendi ödülünü verdi. Ayrıca German Spotlight Ödülü’nü kazandı. ABD’de dört Oscar ödülüne, Britanyalı Academy Award’da yedi ödüle aday gösterildi. En iyi Bilim Kurgu Filmi olarak Hugo ödülünü kazandı. Fellini, Bunuel veKurosawa tarafından çokça takdir edildi. Aynı zamanda eğitim, bilim, siyaset, din ve hatta kanun uygulayıcı gruplar tarafından olumlu yorumlar aldı. Anlatmaya devam edebilirim. Fakattemas etmek istediğim nokta filmin bir sanat eseri olarak kabul edilmiş olduğu ve hiçbir sanat eserinin sosyal bir hasarda bulunmadığı, buna rağmen sosyal hasarın çoğunun,tehlikeli olarak addettikleri sanat eserlerinden toplumu koruma arayışındaki kişiler tarafından verildiğidir.
Bu yazıda James Berardinelli’nin yazısından yararlanılmış, Philip Strick ile Penelope Houston’ın 1971 yılında yönetmen Stanley Kubrick ile yaptıkları röportajın bir bölümü Türkçeleştirilmiştir.