Bir de bu çıktı şimdi: Yeni normal… Eskisi pek ‘normal’di zaten, bir de ‘yeni’sini sardılar başımıza.
İlk bakışta her şey akla yakın görünüyor. Bütün dünyayı etkileyen bir salgın var, tamam. Kısa sürede de geçip gitmeyecekmiş gibi görünüyor, hatta ikinci, üçüncü dalgalardan söz ediliyor ve bunun bir bütün olarak insanların hayatını etkileyeceği, kısıtlayacağı kesin. Muhtemelen hepimiz daha uzun bir süre kendimiz için değilse bile, yakınlarımız ve yoldaşlarımız için daha dikkatli olacağız, her attığımı adımda bu çekince ile yaşayacağız. Bütün bunları anlıyoruz, o kadar aklımız var.
Ama şu ‘yeni normal’ pek öyle masumane görünmüyor.
Açık konuşmak gerekirse, ‘sürü bağışıklığı’ lafını ağzından kaçırarak tarihsel bir ahmaklık yapan İngilizlere çok haksızlık edildi. Ahmaklık, (Trump örneğinde de görüldüğü gibi) siyasette ‘dangul dungul konuşmak’ anlamında yararlı oluyor aslında, başkalarının evirip çevirip söylediklerini pat diye söylüyorlar. Haksızlık ise şurada ki, salgına karşı sert tedbirler alarak üretim ve kâr oranların vazgeçmek istemeyen, ayrıca bu tedbirlere eşlik edecek sosyal politikaları da çoktan terk etmiş olan vahşi/neoliberal kapitalizm, şu anda bütün ülkelerde “ölen ölsün, kalan sürü bizimdir” mantığıyla işi yürütüyor. İngilizlerden tek farkları, bunu resmen söylemiyor olmaları.
Fakat bunun siyasal karşılığı da var. Bütün dünyada var. Bazı ülkelerde zaten canı burnunda olan insanların sabrını taşırmamak için zaman zaman mutedil davranışlar gösterilse de, krizi fırsata çevirmek isteyen her yönetim, baskı vidalarını biraz daha sıkıyor, gözetim mekanizmalarını biraz daha güçlendiriyor. Öyle komplo teorisyenlerinin anlattığı gibi oraya buraya çip yerleştirerek filan da değil, yeni bir ‘rıza’ üreterek yapmaya çalışıyor bunu: Salgın oldu böyle oldu!
O yüzden insanlar bu ara birçok yerde eylemler yapıyor, krizin yönetilme biçimini protesto ediyor. Bu eylemler öyle Amerika’da Trump sempatizanı aptallarınki gibi değil, daha çok bu krizin özgürlükleri kısıtlamak ve kadınların kazanılmış haklarını gasp etmek için kullanıldığını söylüyor insanlar. Sağlık koşullarına da dikkat ediyorlar bu arada. Güney’deki yoksul ülkelerde ise işler o kadar kibar yürümüyor. Oralarda ezelden beridir ‘ben doğarken ölmüşüm’ modunda olan insanlar pandemi filan takmıyor, karşı taraf da zaten cop ve sopayı virüsten daha etkili kullanıyor!
Türkiye’de ise, tam da işin başında dediğimiz gibi bir tür ‘Allah’ın lütfu’ manzarası yaşanıyor. Sokaklar boş işte! Bir baskı rejimi daha Allah’tan ne dilesin? Bir yandan bu boşlukta zehir madencilerinden kaya gazı belasına kadar her türlü kirli dalaverenin önü açılıyor, köle tüccarı müteahhitlerin işi zaten tıkırında. Öte yandan, torba torba yasalar geçiriliyor Meclis’ten, çete reisleri filan bırakılıyor arada. Yetmiyor, evlendirme yaşıyla ilgili eski hevesler daha somut hale getirilip yeniden başımıza bela ediliyor. Ve daha bir sürü şey…
Ama asıl ‘yeni normal’ sokakta yaşanıyor. Günlerdir ekranlara ve sosyal medyaya düşen bekçi-polis görüntüleri, sokaklarda havaya ateş açıp çocuk kovalamalar, hiç rastlantıya benzemiyor. Mezarların kaldırımlara gömülmesi, bütün dünya salgınla uğraşırken mezar taşlarına yapılanlar, arada hiç aksamaksızın devam eden belediye gaspları, gazetecilerin tutuklanması, sosyal medyada ve sokakta hık diyenin tepesine binilmesi… Hepsi aynen devam ediyor; daha doğrusu ‘aynen’ devam ediyor gibi görünüyor ama değil. Olan şey, her zaman olanların ‘bir tık fazlası’ da değil. Sanki giderek bir nitel değişiklik gerçekleşiyor; yeni bir sistem oturtma çabası var ve muhtemelen yeni yasalarla düzenlenerek seçimden başka her şeye benzeyecek bir seçim de bütün bunlara eşlik edecek. İşi cahil halkın ve ‘bidon kafalıların’ iradesine bırakmayacak yüzde yüz kazanma garantili bir yasa üzerine araştırmalar sürüyor anladığım kadarıyla.
Bütün bunlar olurken tıbbi ve teknik bir terim kılıfında ortaya atılan ‘yeni normal’ kavramı, hepimize bir ‘eşeği kaybettirip yeniden buldurma’ hikâyesi olarak dayatılıyor ve bir kez daha muhalefet, “Başkanlık sistemi – parlamenter sistem” meselesinde olduğu gibi, ‘yeni normal’e karşı ‘eski normal’i savunma açmazına itiliyor. Parlamenter sistem denilen şeyden ömrü boyunca zerre hayır görmemiş olanlar bile ‘yav galiba eskisi daha iyiydi’ diyor ya hani, bir süre sonra ‘eski normal’in de iyiliklerini keşfetmemiz de olasıdır. Oysa teknik deyimlerin karmaşası bir yana, bu normallerin eskisiyle yenisi arasındaki tek fark, sağlık krizlerini bile fırsata çeviren iktidarın daha boş sokaklar ve daha az itiraz temelinde bir düzen kurması, daha doğrusu zaten var olan baskı düzenini tahkim etmesinden ibarettir. Dolayısıyla, gerçek bir muhalefetin demokratik ve özgür bir ülke tahayyülünün yerine, bir önceki duruma geri dönüşü önüne hedef olarak önüne koyması, tam bir saçmalık olacaktır.
Böyle bir durum, derimizin altına değil de tam beynimize yerleştirilmiş bir çip ile yaşamamız anlamına gelecektir, ki o zaman, hiç öyle Orwell’lere filan gitmeye de gerek yok, ‘düşünce polisi’ dışarıda bir yerde değil, bizzat kendi içimizde şubelerini açmaya başlayacaktır.
O yüzden, HDP’nin sokağa dönme kararı hiç öyle ucuz bir karar değil. Sonuçta, ‘normalleşiyorsak’ eğer, HDP’nin de normali bu.