Ahmet Güneş
Uzun bir boşluğa yerleşmek. Kalıbı kayıp olana uydurmanın incelikleri. Günden geceye süren bir ısrarla, tüm mevsimlerin götürdüklerini düşünmekten uyuyamamak. Özgürlüğün sözcülüğü, esaretin bekçiliği birbirini teğet geçiyor. Rengini kaybetmiş bir çizgi, bir adım öteye geçemeyen kısır bir döngü. Hangimiz sıkılıp da sıkışmadık, diye bıçak yarası gibi bir soru. İnsan savunduğu ile savrulur.
Asılı kalsın cevaplar bir yerlerde. Olmayacak olanın karizması teselli ederken çareleri, harekete tembihler ısmarlarken, doğrular dağıldıkları yerden de göçtü. İşte bu yüzden, bu iş o yüzden, iş bu. Varlığı yokluğun kabusuyla korkutarak alıştırmak çağlar boyu bir yankı. Herkes duyar, herkes duyduğunu bilir, duyurulanın harfi ve cümlesi yok sadece. İnsan düşündüğü ile düşer.
Kıyıda ve kuyuda ıslanan gerçeklerden kalma bir serinlik ömür boyu sürüyor. Her tereddüt bir kararı uçurumlardan yuvarlıyor. Zamanın ve mekânın handikabı eliyor tek tek. Hızından taviz vermeden rüzgâr gibi esen bir kötülük hükmünü gittiği her yere götürüyor. Habis hırsların vardığı ya da götürdüğü neresi ise, işte orası en yakınımız artık. Benzeyen ve benzeten bu hayat, kendisine ayna olmayana, atılan taşın kırdığı bir pencere oluyor. İnsan unuttukça hatırlar.
Sömürgeleşen zihinler, ırkçılık barındıran mizah, ikiyüzlü duyarlılık sıradan bir tepki sanılıyor artık. Bedbaht yenilgiler kuşatmışken kıtaları, gördüklerimize yabancılaşıyoruz. Umulmaz bir olay, aniden ve tesadüfen gibi karışıyor yapacaklarımıza. Dilimizde özgürlük ıslığı, kafamızın içinde devredilmiş özgürlük hamallığı. Yükün ağırlığı değişmiyor, herkesi kendinden dışarı çıkarıyor. Burada bu kadar olunur diye edilmiş uzun bir beddua. İnsaf ve inkâr birbirinin arkasına saklanıp adımlıyorken dünyayı, hiçbir şey eskisi gibi olmaktan kaçamıyor. İnsan kaybettikçe kaybolur.
Temasını kaybetmiş, huysuz bir umut kışkırtıyor yavaşlığı. İtinayla yapılan hatalar, ısrarla yapılan yanlışlar, bile isteye içine girilen karışıklık. Hepsi bir ihtimal zinciri, bir ihmal sergisi; dünyaya kendini alakalı alakasız gösteriyor. Cüreti gıpta ile izlenen, şiddeti asla tasavvur edilemeyen çok uzak bir eylem, her şeyi yerinden ve derinden etkiliyor. İnsan vardıkça uzaklaşır.
Her hikâyenin kahramanı bilindik bir ezberle yaşar ya da ölür. Ötesi berisi hep masalı dinleyende kalır. Paniğe kapılıp yapılmayan, cesaret edilip vazgeçilen neler neler var ve niye bize gelmedi diye uzun bir mırıldanma; dünyada yazılandan çok yazılmayanın sesi var. İnsan duydukça değişir.
Her şeyi toplayıp bir yolda yürümeye başlamak, gittikçe tek tek bırakılan, vardıkça geldiği yeri özleyen; işte bu önerilen ve özlenen bir hayat. Herkese bulaşmış kin ve pişmanlık ve herkes tane tane üzgün. Bir kalabalık, bir bahçe, bir kar fırtınası ya da sağanak yağış, bırakmıyor ya da göstermiyor tek tek düşenin cismini. İnsan vazgeçtikçe çoğalır.
Son bir basamak, son bir heyecan, yani her şeyin en başında kalakalmak. Gerilere doğru isyanla bakmak, itaatsiz ve buyruksuz adımlar atmak. Böyle bir yol, böyle bir yokluktur özlenen. Gizemini kaybetmiş bir hayatın içinde terk edilen bir eşya gibi eskidik. Bize bir hayal etmek, bize bir yeniden düşünmek, bize birçok şey lazım. Yettiği kadar, yetiştiğimiz kadar. İnsan haykırdıkça duyulur.
Haftanın kitap önerisi: Zygmunt Bauman, Bireyselleşmiş Toplum / Çeviren: Yavuz Alogan, Ayrıntı Yayınları