Eren Keskin
21 Şubat 1993 günü, insan hakları savunucuları açısından acılı günlerden bir tanesidir. 21 Şubat 1993 günü, İHD Elazığ Şube Başkanı Av. Metin Can ve Dr. Hasan Kaya evlerinden alındılar. Hasan Kaya doktordu ve acil bir hasta olduğu iddiasıyla bir grup geldi ve Hasan Kaya’yı hastayı tedavi ettirmek üzere götürmek istediklerini söylediler. Hasan Kaya, İHD Şube Başkanı Av. Metin Can’ı aradı ve birlikte gitmek istedi, daha güvende olacağı için ve birlikte yola çıktılar.
Metin ve Hasan’dan 6 gün boyunca hiç haber alınamadı. Bu arada Metin’in ayakkabıları evinin önüne bırakıldı; ailesini daha da korkutmak ve tedirgin etmek istediler. Bizler insan hakları savunucuları olarak, onların alınıp götürüldükleri 21 Şubat’tan bulundukları güne kadar, 6 gün boyunca hiçbirimiz evlerimize gitmedik, dernek şubelerinde nöbet tuttuk. Her an onlardan gelecek bir sevindirici haber bekliyorduk.
Ancak maalesef ki 6 gün sonra cenazeleri bulundu. Onlar da Vedat Aydın’la başlayan bu kontrgerilla cinayetleri sürecinin kurbanları olmuşlardı. Gerçekten çok acılı günlerdi; o kadar çok insan öldürülüyor, o kadar çok insan gözaltında kaybediliyor ki, şiddetin sınırı yoktu. Devlet şiddetinin sınırı yoktu. Ve bizler, hepimiz bir yandan tedirginlik içinde ama bir yandan da mücadele azmimiz daha da bilenerek mücadeleye devam ediyorduk.
Diğer benzer birçok dosyada olduğu gibi, Metin Can ve Hasan Kaya’nın katilleri de cezasızlıkla ödüllendirildiler. Bugüne kadar onların katilleri de ortaya çıkarılmadı. Türkiye Cumhuriyeti devleti, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde mahkûm oldu; ancak tazminat ödemek dışında gerçeğin ortaya çıkarılması adına yargı hiçbir şey yapmadı.
90’lı yıllar gerçekten devlet iradesinin fütursuzca şiddet uyguladığı yıllardı. Ve sadece bu şiddeti uygulayanlar değildi tabii sorumlu olan; çünkü onlar birer tetikçiydi. Ama bu şiddetin kullanımında idare makamında olanlar, karar vericiler, iktidar sahipleri esas suçluydular.
Ve bütün bu cinayetlerin, gözaltında kayıpların üzeri cezasızlık örtüsüyle örtüldü. Yani hukuk sistemi, hukuk uygulaması, bu cinayetlerin ve kayıpların birer kılıfı oldu.
Bu coğrafyada ne değişti? Hiçbir şey değişmedi diyebiliriz. Devlet aklını ve devlet uygulamalarını düşündüğümüzde, yöntemler biraz değişmiş olsa da, devlet aklında hiçbir değişiklik olmadığını, aktörlerin aynı aktörler olduğunu çok yakından görüyoruz.
Bunca cinayet ve gözaltında kaybetme olaylarının yaşandığı o sürecin en bilinen aktörleri, Mehmet Ağar, Tansu Çiller gibi isimlerdi. Başka isimler de tabii ki vardı ama bulundukları makamlar olarak en çok göze çarpan isimler bunlardı. Bugün baktığımızda, Mehmet Ağar’ın yine iktidarın yanında yer aldığını çok net görebiliyoruz.
Bu yazının yazıldığı gün, bütün bu şiddet politikalarını fütursuzca savunan, özellikle insan hakları savunucularına, Kürtlere, sosyalistlere büyük bir düşmanlık besleyen ve bunu dile getirmekten çekinmeyen Tansu Çiller’in, yeniden siyasi arenaya çıktığını gördük.
90’lı yıllarda şiddeti açıkça savunuyordu Tansu Çiller… Hatta şunu açıkça söylüyordu; Susurluk’ta ölen derin devletçiler için, “Bu devlet adına kurşun atan da, kurşun yiyen de bizim için makbuldür” diye açıklamalar yaparak, açıkça derin devletin operasyonlarına destek verdiğini dile getiriyordu.
Gerçekten demokrasiyle yönetilen bir coğrafya olsaydı, bugün Mehmet Ağar ve Tansu Çiller gibilerin çoktan yargılanmaları gerekirken, onlar hala siyasi umut olmak adına fütursuzca ortaya çıkabilmekteler.
Bütün bunları, bu kadar kolay yapabilmelerinin arkasında yatan ise, totaliter devlet yapısı… Maalesef ki, halka dayatılan resmi ideoloji, halk tarafından benimsenmiş… Ve hafızası çok eksik bir toplumdan söz ediyoruz. Eğer gerçek anlamda demokrasiden yana tutum takınmış bir coğrafya olsaydı yaşadığımız yer, Tansu Çiller, Mehmet Ağar siyasette çoktan silinip giderlerdi.
Bugün bize, iktidar ya da muhalefet diye sunulan kesimlere baktığımızda, o 90’lardaki aktörlerin, iki tarafın içine de yayılmış olduklarını görüyoruz. Bu da işin başka bir garip tarafı…