Ertuğrul Kürkçü
TBMM “yeni anayasa” tartışacak! CHP, HDP, İYİ Parti, SP, “anayasa değişikliği” hedeflerini ortaya koydular. AKP de “rehabilitasyon”dan dem vuruyor. “Mutlakiyet” iddiasının diktatörlüğün en iç halkalarında dahi sorgulanmaya başladığı haberleri aklın siyasete geri dönüşü sayılır. Gene de “yeni anayasa” demezden önce durup düşünmekte yarar var: Anayasayı kim yapacak, nerede ve nasıl yapacak?
“Anayasa”nın devletle ilişkilerini yeniden tanımlayacağı toplum, bir beyaz sayfa -felsefeci deyişiyle “tabula rasa”- değil, kaç anayasa eskitti o! 2011’de kurulan bir önceki dört partili “Anayasa Uzlaşma Komisyonu” Şubat 2016’da dağılmıştı. MHP ve CHP faturayı AKP’nin “başkanlık” ısrarına kestiler ama komisyonu “ilke farkları” dağıtmadı. Toplumsal ve politik gelişmeler HDP dışındaki partilerin görüş ayrılıklarını silikleştirdikçe komisyon manasızlaştı. Sonunda üç parti, anayasanın “dibacesi” (giriş) çevresinde kenetlendi. HDP’li vekilleri hapisaneye götüren yolu -”anayasaya aykırı olsa da”- açmayı vazife bilen ana muhalefet partisi diğerlerine karşı hangi “ilkesel ayrılığı” sivriltebilirdi ki?
Halen yürürlükteki bu “dibace” Türk devletçiliğinin manifestosu, Hegelci sözlükteki “nesnel ruh”un dile gelişidir. Yerinde durdukça “Hiçbir faaliyetin, Türk millî menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihî ve manevî değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği”nin teminatıdır.
2015 seçimleri bu “dibace”nin “olamaz” dediği her şeyin olmakta olduğunu gösterdi. Bugünkü kriz aslında o gün başladı. Kürtlerin Rojava ve Bakur’daki “faaliyet”i “sivil toplum”u devletin altından çekip aldı. İki kutuplu müesses nizam sarsıldı. Kürtlerin özgürlük güçleriyle, Türkiye’nin toplumsal ve demokratik güçleri arasında oluşan asabiyye üzerinde üçüncü kutup yükseldi, yükselmeye de devam ediyor. Çok uluslu, çok dilli, çok kültürlü, çok dinli, çok sınıflı modern kapitalist toplum ile onu “[…]
Türklüğün tarihî ve manevî değerleri”ne hapseden devlet arasındaki uzlaşmaz çelişki, krizi durmaksızın yeniden üretiyor.
Darbe içinde darbeyle gelen “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”, krize İslam aşısıyla “yukarı”dan verilmiş yanıttı. Ancak başından beri rıza yoksunluğuyla sakatlanmış olan “yeni rejim”, ağır ekonomik krizde sömürü, yolsuzluk, işsizlik, israf ve eşitsizliğin de ayyuka çıkmasıyla ikinci yılı dolmadan meşruiyet krizine yakalandı, “rehabilitasyon”a muhtaç oldu.
“Anayasacılar” bu krize, anayasal çözüm peşinde. “Çağdaş, demokratik ve özgürlükçü” bir anayasanın doğum yerinin -Anayasa bunu gerektirdiği için- yasama yetkisini kendi rızasıyla diktatörlüğe aktarmış olan TBMM olduğundan kuşku duymuyorlar. Üçüncü kutup ise “Demokratik Cumhuriyet” hedefiyle yürüyor. Bu tartışmanın TBMM’nin mevcut güç dengesi içinde “Başkanlık”ın tadilinden başka bir sonuca ulaşamayacağını; bir “kurucu meclis” gibi iş görmesinin imkansızlığını görüyor. Bu gerilimin kaçınılmaz sonucu, bizzat TBMM’nin kendisinin tartışmaya açılması olacaktır.
Anayasa tartışmasının, diktatörlük partilerinin çoğunlukta olduğu TBMM’ye hapsedilmesi, demokratik cumhuriyet talebini bir özgürlük yürüyüşünün bayrağı olmaktan çıkarır, bir yasama sürecine indirgeyerek soluklaştırır. Onunla da kalmaz, süreci çoğunluktaki AKP-MHP Bloku’nun manipülasyonlarına açık hale getirir. Oysa, üçüncü kutba Anayasa tartışmasını parlamento dışına taşırması, son üç seçimde demokratik uyanıklık ve taktik esneklikte kimi zaman siyasal liderliklerin önüne geçen halkın zeka ve enerjisiyle buluşturması için ihtiyaç var.
Türk “anayasacılık” geleneği Doğu’ya özgü bir devlet inşa pratiğinden ve onun “rasyoneller”inden türüyor. Bir yanıyla “modernleşmek”, piyasa rasyonellerini hakim kılmak ister (“muasır medeniyet”) ama sermaye ve rıza yoksunluğunu merkezi devletin şiddetiyle aşma ayrıcalığını elden bırakamaz. Kürde “sömürgecilik” dayatan anayasacılığın Türk’e demokrasi sunamayacağını görmek; Türk’e kendisini yönetme hakkını tanımayanın Kürd’e, “Balıkçı” tablasında “ayrılma hakkı” teklif edemeyeceğini idrak için 96 yıl yeterince uzun bir süre sayılır.
31 Mart’ı bir “referandum”a dönüştürdüğümüz gerçekse, onun sonuçlarına saygı istemek hakkımızdır. Demokratik Cumhuriyet’ten azına razı değiliz!