Dünya Bankası eski baş ekonomisti ve IMF eski yöneticisi Prof. Anne Krueger 27 Haziran’da Türkiye ekonomisinin durumunu anlatan önemli bir makale kaleme aldı. (1)
Makalesinde, “her ne kadar Erdoğan’ın tekrar Cumhurbaşkanı seçilmesi bir başarı gibi görülse de, bu seçim zaferinin kısa süreceğini zira ekonominin çok ciddi bir çöküşün eşiğinde olduğunu” ileri sürüyor.
AB çıpası ortadan kalkınca
AKP iktidarının, 2010 yılına kadar uyguladığı Avrupa Birliği’ne üyelik süreci ile uyumlu politikaların ülkeye bol miktarda yabancı kaynak getirdiğini ve bunun önemli bir ekonomik büyüme yarattığını, ancak daha sonra üyelik sürecinin aksamaya uğraması ile birlikte, iktidarın giderek Batıdan koptuğunu ve İslamcı tabanı da arkasına alarak popülist otoriterliğe yöneldiğini, bunun da ülke ekonomisinin Batıdan ihtiyaç duyduğu finansal kaynağa erişimde ciddi sorunlar oluşturduğunu” söylüyor.
Krueger, “yüksek cari açığın finanse edilebilmesinin zorlaştığının, döviz kurunu baskılamak için gündeme getirilen Kur Korumalı Mevduat (KKM) hesaplarının büyüklüğünün GSYH’nin yedide biri düzeyine (125 milyar dolar) eriştiğinin, ancak bu hesap sahiplerine ödenen kur farklarının önemli miktarlara ulaştığının, ayrıca uygulanan seçim ekonomisi sırasında aşırı kamusal harcamalar/destekler biçiminde yürütülen popülist politikaların ve yaşanan büyük büyük çaptaki depremin neden olduğu bütçe açıklarının iktidarı çok zorlayacağının” altını çiziyor.
Nitekim iktisatçı A. Aktaş’ın KKM’nin Hazine ve Merkez Bankası tarafından karşılanmak üzere kur farkı yükünün Haziran ayında 166 milyar TL ile 192 milyar TL arasında bir düzeye ulaşabileceğini öngören hesaplaması (2) Krueger’in endişesini doğruluyor.
Öyle ki KKM, neden olduğu toplumsal maliyetin ötesinde, ekonomiyi yöneten iki önemli kurum olan Hazine ve Merkez Bankası’nın da içini boşaltacak gibi görünüyor.
Körfez ülkelerinin mali desteği sayesinde
Krueger’in önemli tespitlerinden bir diğeri de, “Mayıs ayında yapılan seçimlere kadar ülkede bir döviz krizinin patlak vermemesinin tek nedeninin Erdoğan’ın başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkelerinden mali destek almayı başarmış olması”.
Yani Erdoğan Türkiye’nin jeopolitik konumundan yararlanarak, Mayıs’taki seçimlere kadar ciddi boyutlarda kamusal harcama yapabildi. Ama şimdi bunun faturası önüne geldi.
Eğer bugüne kadar destek veren ülkeler Türkiye’ye olan bu desteklerini sürdürmezlerse ya da uluslararası finans piyasalarının gerekli gördüğü MB faiz oranlarının yükseltilmesi, liranın daha da değer kaybetmesine izin verilmesi (devalüasyon) ve gerçekçi bir bütçenin (kemer sıkma bütçesi) kabul edilmesi dâhil olmak üzere ciddi ekonomik reformlar (!) yapılmazsa, “ülke uluslararası para ve sermaye piyasalarına erişimini kaybedecek ve ekonomik görünümü felakete dönüşecektir”.
Kısaca Krueger’e göre, bu iki koşuldan ez az biri gerçekleşmezse ülke uluslararası piyasalardan borçlanamayacak, bu da onu kaçınılmaz olarak krize sokacaktır. Şimşek ve Erkan’ın ekonomi yönetiminin başına getirilmelerini ise Batılı finans piyasaları ile bu köprünün yeniden kurulması, dolayısıyla da ülkenin uluslararası finans piyasalarına yeniden erişebilmesine yönelik bir çaba olarak değerlendiriyor.
Carstein’den “kararlı ve rasyonel politika” çağrısı
Nitekim Uluslararası Merkez Bankası gibi değerlendirilen BIS’nin Genel Direktörü A. Carstens, bankanın bu yılki genel kurulunda yaptığı açış konuşmasında (özgün olarak Türkiye’den söz etmese de):
“Küresel ekonominin kritik bir dönemeçte olduğunun, on yıllardır ilk kez enflasyon ve finansal istikrarsızlıkların birlikte görüldüğünün, saplantılı bir şekilde kısa vadeli büyüme peşinde koşmanın zamanının geçtiğinin, para politikasının artık fiyat istikrarını sağlamaya yönelik olarak kullanılması ve maliye politikasının konsolide edilmesi zorunluluğunun, sonuç olarak kararlı ve rasyonel politikalara dönülmesi gerekliliğinin” (3) altı çiziliyor.
Diğer yandan, Krueger anılan makalesinde, her ne kadar “ekonomik reformlar” olarak adlandırdığı önlemlerin ülke emekçileri açısından “kemer sıkma” anlamına gelebileceğini üstü kapalı olarak söylese de, bu toplumsal maliyetlerin neler olduğunu açıklamıyor (aslında bu kendisinden beklenebilen bir şey de değil).
Dışarıdaki parasal sıkılaştırma ve içerdeki yerel seçimler es geçilmiş
Ayrıca, Türkiye ekonomisini zorlayacak olan diğer iki nesnel faktörden söz etmiyor. Bunlardan ilki dışarıda devam eden parasal sıkılaştırma politikaları. Krueger makalesinde daha ziyade dış kaynak girişini “dost ülkelerin desteklerini sürdürüp sürdürmeyeceğine” ya da “rejimin Batı ile ilişkilerini restore edip edemeyeceği” ne bağlıyor.
Oysa dışarıda Merkez Bankaları hala faizleri artırmayı sürdürüyor. Bu da paranın dışarıda kalması için bir neden oluşturuyor. Bunu kırabilmek için ekonomi yönetimi TL cinsinden yatırım araçlarının getirisini (faizini) yükseltecek işler yapmak zorunda. Bu da (Erdoğan istese de istemese de) faizler yükseltilmeye devam edecek demektir.
Faiz artışlarının kuşkusuz ekonomiyi resesyona sokmak, işsizliği, yoksulluğu ve şirket iflaslarını artırmak gibi önemli ekonomik (ve muhtemelen siyasal) sonuçları olacaktır.
Keza Krueger önümüzdeki yıl Mart ayında yapılacak olan yerel yönetimler seçimlerinden hiç söz etmiyor ki bu seçimler ülke için çok önemli. Çünkü iktidar bloku bir süredir inşa etmekte olduğu baskıcı, otoriter rejimin son tuğlasını bu seçimlerde koymak istiyor. Bu yüzden de özellikle de İstanbul, Ankara, Adana gibi büyükşehirlere çok asılacaktır.
Sonuç olarak
Bu seçimlerin iktidar bloku tarafından mutlaka kazanılması gerekliliği, en azından bu seçimlere kadar, uluslararası piyasaların talep ettiği kemer sıkma ve parasal sıkılaştırma politikalarının tam olarak uygulanamayacağının bir göstergesi.
Kaldı ki Erdoğan’ın önceki seçimler sırasında en önemli propaganda malzemesini oluşturan “Nas” söylemi faiz artışlarını değil, tersine faiz indirimlerini gerekli kılıyor. Dolayısıyla ekonomik istikrarın ve yabancı kaynak girişlerinin gerektirdikleri ile Erdoğan’ın söylemleri bu noktada birbiriyle çelişiyor.
“Bu çelişkinin ciddi bir çatışmaya dönüşmesi önlenebilir mi”, tabiri caiz ise “köprüden geçene kadar ayıya dayı denilebilir mi” ya da “Erdoğan, Şimşek ve Erkan’ın faiz artırma yönündeki taleplerine daha ne kadar dayanabilir” gibi sorular yakıcı biçimde hala ortada duruyor.
Son söz olarak, her ne kadar AKP son seçimleri almış olsa da, bu seçimlerin az sayıda oy farklıyla alındığı ve ülkedeki memnuniyetsizliğin temel kaynağı olan ciddi ekonomik sorunların (başta işsizlik, yoksulluk, yüksek enflasyon ve hayat pahalılığı olmak üzere) hala devam ettiği unutulmamalı.
İktidar bloku ister istemez “kemer sıkma politikaları” ile seçimlere kadar ihtiyaç duyulan “popülist politikalar” arasında denge oluşturmak ya da bir ince ayar yapmak zorunda. Ancak hem dışarıdaki hem de içerideki nesnel ekonomik koşullar Mart’taki seçimlere kadar böyle bir dengenin sağlanabilmesinin zor olduğunu gösteriyor.
Dip notlar:
- https://www.project-syndicate.org/commentary/erdogan-turkey-faces-post-election-economic-reckoning-by-anne-o-krueger-2023-06(27 June 2023).
- https://www.ekonomim.com/kose-yazisi/kkmde-haziranin-kur-farki-yuku-inanilmaz(3 Temmuz 2023).
- https://www.bis.org/speeches/sp230625.htm(25 June 2023).