İzlanda eski İçişleri ve Adalet Bakanı Ögmundur Jónasson ile PKK Lideri Öcalan’a yönelik tecridi konuştuk
Ferhat ÇELİK
İmralı Yüksek Güvenlikli F Tipi Cezaevi’nde 23 yıldır tecrit altında tutulan PKK Lideri Abdullah Öcalan’dan 25 Mart 2021 yılından beri haber alınamıyor. İmralı’da tutulduğu süre boyunca ilk kez 27 Nisan 2020’de telefon görüş hakkını kullanabilen Öcalan, sağlık ve güvenlik koşullarıyla ilgili kaygılar üzerine ikinci kez 25 Mart 2021’de kardeşi Mehmet Öcalan’la yine telefonla görüşme sağlayabildi. Mehmet Öcalan, yaklaşık 4-5 dakika konuştuklarını ve Öcalan’ın “Bu görüşme çok yanlış. Bu görüşme değil” dedikten sonra telefonun kesildiğini açıkladı. Yarıda kesilen bu telefon görüşmesinden sonra Öcalan’dan 1 yıldan fazladır haber alınamıyor. “Abdullah Öcalan’a Özgürlük-Kürdistan’da Barış Uluslararası İnisiyatifi“ sözcülerinden olan İzlanda eski İçişleri ve Adalet Bakanı Ögmundur Jónasson, Öcalan üzerinde devam eden tecridi, haber alamama durumunu ve Öcalan’ın pozisyonuna ilişkin gazetemiz Yeni Yaşam’a değerlendirmelerde bulundu.
İmralı Cezaevi’nde 23 yıldır tecrit altında tutulan PKK Lideri Öcalan’dan 1 yılı aşkındır haber alınamıyor. Ailesi ve avukatları tarafından Bursa Cumhuriyet Başsavcılığı başta olmak üzere yetkili kurumlara yapılan başvurular ise yanıtsız bırakılıyor. İmralı’da süregiden bu durum hakkında neler söylersiniz?
Haklısınız. Aile üyeleri ve Öcalan’ın avukatları, İmralı Adası Cezaevi’ne ilişkin işleri yürüten Bursa Cumhuriyet Başsavcılığı’na yıllardır haftalık olarak ziyaret başvurusunda bulunuyor. Benzer başvurular savcılık aracılığıyla cezaevi yönetimine de yapılmıştı. Bu kurumların tamamı uluslararası hukuk ve insan hakları sözleşmelerine göre kesinleşmiş olan bu hakları ihlal ederek başvurulara yanıt vermedi. Sizin de dediğiniz gibi, benim bu konuya yorumum şu olur: Uluslararası kurumlar korumak için yaratıldıkları hakları korumada tamamen başarısız.
Uluslararası Barış Delegasyonu üyesi olarak 2020 yılında Türkiye’ye geldiniz ve İmralı’daki duruma dair de Adalet Bakanı’na mektup gönderdiniz. İmralı’daki tecrit durumunun ve ülkeye yansımasının çok daha şiddetli olduğu bir dönemden geçiyoruz. Sizce Öcalan üzerinde neden bu kadar ağır bir tecrit var?
Çünkü tecrit bir baskı aracıdır. İmralı’daki tecrit rejimi ile Türkiye’deki baskı ortamı arasında açık bir ilişki var. Türkiye yetkilileri Kürtlerin iradesini kırmak istiyor. Bunun ilk ve en önemli adımı ise Abdullah Öcalan’ın iradesini kırmak. Ve hükümetin de her bir Kürt tarafından anlaşılmasını istediği mesaj şudur: İmralı’da olan şey sizin de başınıza gelebilir!
Avrupa bu durum karşısında sessizliğini koruyor. Sizce Avrupa bunu neden yapıyor?
Çünkü Avrupa dünyadaki hakim güçler olan ABD ve NATO’nun suç ortağıdır. En önemlisi de Türkiye bir NATO ülkesidir. İmralı heyeti ziyareti sırasında Amed’de bir Kürt gençle tanışmıştım. Onlar için endişelenmememiz gerektiğini, Kürtlerin asla ezilmeyeceğini söyledi bana. Ve şunu ekledi: “Avrupa için endişelenebilirsiniz. Avrupa’yı bu sessizliğin getirdiği utançtan kurtarın.”
Daha önce yaptığınız bir açıklamada İmralı’yı ‘baskı laboratuvarı’ olarak tanımlamıştınız. Ne demek istediğinizi açıklar mısınız?
İmralı Cezaevi’ndeki tecrit ve insan haklarının her zerresinden arındırılmış olması, ülkenin geri kalanındaki siyasi mahkûmların durumunu doğrudan etkiliyor. Son dönemde görüyoruz ki Türk cezaevlerinde tecrit sistemi giderek daha da yaygınlaşıyor. Bu tutuklular bazen duruşmasız bazen tiyatro denebilecek duruşmalarla tutuklanıyorlar. Bunların tamamı gösteri amaçlıdır. Ama burada altı çizilmesi gereken acımasız gerçek, tutuklulara nasıl davranıldığıdır. Bu tutukların yaşam koşulları, içinde bulunduğu tecrittir. İhtiyaç duydukları tedaviye erişimlerinin engelleniyor olmasıdır. Türkiye yalnızca kendi yasalarını değil, saygı duymayı taahhüt ettiği uluslararası yasalar ve yükümlülükleri de ihlal etmektedir. Yani İmralı’daki uygulamalar bir baskı rejimi, uluslararası hukuka ve sözleşmelere saygı duymayan bir rejim yaratmanın bir yoludur. Kendi yasalarına dahi uymayan bir rejim söz konusudur. Daha da önemlisi, bu uygulamalar bizlere, insanlığa karşıdır. Temel haklar yasalar ve uluslararası anlaşmalarla beraber ihlal edilmektedir. Ama şunu da eklemeliyim: Bahsetmiş olduğum baskı laboratuvarı bir demokrasi laboratuvarına dönüştürülebilir. Yani öyle bir karar verilmesi durumunda İmralı tam ters yönde işlev göstermeye başlayabilir.
İmralı nasıl bir ‘demokrasi laboratuvarı’na dönüşebilir?
İmralı Cezaevi’nde ne zaman bir kapı ya da pencere aralansa, dışarıya çıkan mesaj her zaman demokrasi olmuştur. Bu bahsettiğim dönem elbette 2013-2015 arası için geçerliydi. O süreçte verimli tartışmalar yaşandı ve ülkedeki atmosfer iyiye doğru gelişti. İmralı heyeti çalışmaları dahilinde 2014’ün başında ve daha sonra 2017’de Türkiye’ye yeniden geldim. Değişim akıl almazdı. 2017’de Türkiye’ye gelişimizde Türkiye’nin Kürt şehirlerine, kasaba ve köylerine saldırılarının bazı korkunç sonuçlarını kendi gözlerimizle gördük. Kürt tarafının baş muhatabı diğer tarafça hapiste, parmaklıklar ardında tutulduğundan, önceki yıllarda gerçekleştirilmiş müzakereler elbette ideal olmaktan çok uzaktı. Adil bir barış müzakere etmek için muhatabınıza adil davranmanız önkoşuldur. Türk makamları bunu hiçbir zaman yapmadı. Ama iletişim vardı ve gerçek bir barış sürecinin temelleri atılmıştı. Ancak sonrasında Kürtler hem ulusal düzeyde hem yerelde, belediyelerde artan bir seçim başarısı elde etmeye başladılar. Bu esnada Erdoğan ise kaybetmeye başlamış ve Meclis çoğunluğunu kaybetmişti. Bunun sonucunda ne yaptı? Müzakereleri durdurdu ve ülkeyi yeniden kutuplaştırmaya başladı. Ortam Kürtlerin haksız yere suçlandığı, sahnelenmiş terör olaylarına sahne olmaya başladı ve barışı savunmak bir anda suç oldu! Ortam savaş ve zulüm için hazır hale getirilmişti.
Çözüm sürecinin bitirilmesini nasıl görüyorsunuz?
Erdoğan’ın müzakereleri durdurma kararı affedilmez bir karardı ve kendi başına suç teşkil ediyordu. Ama bu kararın kendisi de muazzam büyüklükteki başka suçlara yol açtı. 2018’de Paris’te toplanan Uluslararası Halklar Mahkemesi, 2015 ve 2016 yıllarında (soruşturma altındaki yıllar) Kürtlere yönelik saldırının insanlık suçu olarak görülmesi gerektiği sonucuna vardı. Paris davasını takip ettim ve beni derinden etkiledi. Bize insan hakları ihlallerinin kanıtları, Uluslararası Af Örgütü verilerine göre yerinden edilen yarım milyonu aşkın insanların süreçten kitlesel bir şekilde etkilenmiş olması, kentlerin yerle bir edilmesi, tamamen siyasi gerekçelerle hapsedilen binlerce insan örneğin Amed, Sur gibi Birleşmiş Milletler Dünya Mirası listesindeki tarihi mekanların kasten yıkılmasına ilişkin kanıtlar gösterildi. BM bu anlamda tek kelime etmedi ve etmiş olsaydı da bu bir fısıltıdan ötesi olmazdı zaten. Şimdi ise İmralı’nın kapılarının yeniden açılması gerekiyor.
Peki, Öcalan’ın ortaya koyduğu paradigma halklar için ne anlam ifade ediyor?
Benim gördüğüm kadarıyla Abdullah Öcalan’ın cinsiyet eşitliği odaklı fikirleri, sorumlu bir ekolojik politika, sosyal adalet ve demokrasi vurgusuyla, herkesin eşit temsiliyetini öngören herkesin bir sesi olması gerektiğine dair fikriyle -ki bu da artık azınlık diye bir şeyin olmayacağı anlamına geliyor- yalnızca Ortadoğu’daki değil, tüm dünyadaki çatışmalı durumun sona ermesi açısından bir çözüm yolu sunuyor.
Öcalan üzerindeki tecrit sürerken dünyada özgürlüğü için çabalar sürüyor. Ülkenizde Öcalan’ın özgürlüğü için herhangi bir kampanya var mı?
Evet, elbette var. İzlanda’daki Kürtler büyük bir çaba harcıyor. Sayıca fazla değiller ama kesinlikle ciddi bir dayanışma var. Ayrıca bu davayı anlamış ve empati kurmayı başarmış İzlandalılar da var. Ve genel olarak halk da duyarlı ve olumlu.
Türkiye, bir yandan Öcalan üzerindeki tecridi derinleştirirken diğer yandan Kürtlerin yaşadığı her yere saldırılar düzenliyor. Avrupa, Ukrayna’daki savaşı kınarken ve karşısında dururken Türkiye’nin saldırıları karşısında neden ses çıkarmıyor?
Bu durum dünyanın gözünü yalnızca Ukrayna’ya çevirdiğini gösteriyor ve öyle de olmalı, ama aynı zamanda Kürdistan’da olanlar da Ukrayna’da olan bitenden daha az korkunç değil. Öte yandan ikincisine dair dünyadan çıt çıkmıyor. Türkiye’nin doğusundaki dağ köylerine ve Kuzey Suriye sınırındaki Kürtlere saldırılar vahşice de olsa, ortada hiçbir uluslararası kınama durumu mevcut değil, en azından kurumsal olarak. Elbette bu alışık olmadığımız bir durum değil. Bir NATO devleti fail olduğunda, ABD ve Avrupa neredeyse tamamen kör hale gelir. Bu durum değişmeli.
Türkiye’nin Federe Kürdistan’da kimyasal silah kullandığına dair iddialar var. Kimyasal Silahları Önleme Örgütü (OPCW) neden bunu araştırmıyor?
Elbette OPCW’nun derhal araştırmaya başlamasını ve Türk ordusunun Güney Kürdistan’da, Rojava’da ve başka yerlerde masum insanlara yönelik kanlı saldırılarını bir an önce durdurmasını talep ediyoruz.
Avrupa ülkelerinin hem tecrit hem de Türkiye’nin saldırılarında üzerine düşen sorumlulukları nelerdir?
Böyle bir çağrıya kulak vermelerini talep etmeleri gerektiğini anlatmak zorunda kalmamız bile absürt. Ancak artık çok iyi öğrendiğimiz gibi, ne yazık ki her seferinde açıklamamız, anlatmamız gerekiyor. En azından biz daha iyi bir yol bulana kadar bu böyle. Bu çağrı özetle, insan hakları söz konusu olduğunda hepimizin sorumluluklarının olduğunu kabul etmektir. Avrupa’ya ilişkin iki noktaya değinmek istiyorum. Birincisi, Avrupa ülkeleri ve Avrupa kurumları, Türkiye’deki insan hakları ihlali iddialarına eleştirel ve bağımsız bir şekilde baktıklarına dair Türkiye içinden ve uluslararası düzeyden gelen çağrılara yanıt vermek konusunda isteksiz ve yavaş davrandılar. İkincisi, yapılabilmiş olduğu ölçüde, Türkiye’nin insan hakları yükümlülüklerine saygı göstermesi anlamında bir sonuç doğurmaya yetmemiştir. Siz Avrupa özelinde sorduğunuz için spesifik olmak ve İmralı’daki koşulların uluslararası düzeyde tanımlandığı şekliyle insan hakları ihlali oluşturduğunu tespit eden Avrupa Konseyi İşkenceyi Önleme Komitesi’ne (CPT) atıfta bulunmak istiyorum. Ki aynı şey Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi için de geçerlidir. Bu durum Türk makamların dikkatine sunuldu ama Türkiye bunu küçümseyerek görmezden geldi. Neden küçümseyerek diyorum. CPT’nin İmralı’daki tecrit koşullarının ‘tamamen elden geçirilmesi’ne dair eleştiri ve tavsiyeleri ortaya çıktıktan sonra tecrit aslında daha da ağırlaştı ve derinleşti. Strasbourg’un buna tepkisi ne oldu? Görebildiğim kadarıyla hiçbir tepkisi olmadı.
‘Bize verdiğiniz ilham için teşekkürler’
Son olarak Öcalan’ı yüz yüze görme imkanınız olsaydı ona ne söylerdiniz?
Tüm hayatını özgürlük mücadelesine adayan bir siyasi liderin 23 yılı aşkın bir süredir özgürlüğünden mahrum bırakılmasının, dünyanın ne kadar adaletsiz bir yer olduğunu bize tekrar gösterdiğini söyleyebilirim. Ancak verdiği mücadelenin boşuna olmadığını, mesajının zihinlerimize kazınmış bir ilham olduğunu ve şimdiden dünyayı daha iyi bir geleceğe doğru ivmelendirdiğini de vurgulamak isterim. Bu aslında henüz yapım aşamasında olan bir sosyal hareket ve bu nedenle de tiranları korkutur. Söylemeseler de zihinlerinde Öcalan’ın sosyal adalet, kapsayıcılık, ekolojik sorumluluk mesajlarını kabul ediyorlar. Sonunda barış ve demokrasi galip gelecektir. Ve şunu söyleyerek bitirmek isterim: Mücadeleniz, sabrınız ve özgürlüğe katkınız için size teşekkür etmek istiyorum. Bize verdiğiniz ilham ve kalbimize ektiğiniz daha iyi bir gelecek umudu için teşekkür ederim.
Ögmundur Jónasson kimdir?
İzlandalı olan 1948 doğumlu Ögmundur Jónasson, İzlanda Devlet Televizyonu’nda yabancı haber editörlüğünü bir süre yaptıktan sonra Devlet ve Belediye Çalışanları Federasyonu’nun başkanlığını yaptı. Bu süre içerisinde Nordik, Avrupa ve uluslararası işçi sendikalarında yönetim kurulunda yer alan Jónasson, 1995-2016 yılları arasında İzlanda Parlamentosu’nda milletvekili olarak görev yaptı. 2009-2013 dönemindeki İzlanda hükümetinde Sağlık, Adalet ve İçişleri Bakanı görevlerini yürüten Jónasson, 2013-2016 yılları arasında ise İzlanda Parlamentosu’nun Anayasal ve Denetleyici Komitesi Başkanlığı’nı yaptı. Aynı zamanda Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi Üyeliği de yapan Jónasson, ““Abdullah Öcalan’a Özgürlük-Kürdistan’da Barış Uluslararası İnisiyatifi” sözcülüğünü de yapıyor.