Hakikati ortaya koymak için ‘hayata bir sıfır önde başlamak’ deriz bazen. Bu söylemi mecazen kullanırız ancak sınıf veya cinsiyet ayrımlarının daha en başından hayatlarımıza nasıl yansıdığını ve sonraki yıllarda kimi ayrımcılıklara maruz kalabileceğimizi, eşit şartlara sahip olmamanın gelecekte örneğin eğitim ve yaşam koşullarımızı ciddi şekilde farklılaştırabileceğini belirtmek isteriz.
Bir gerçekliği ortaya koymak beraberinde kaderci yaklaşımlara veya mutlak bir mağduriyet psikolojisine bürünmemize de neden olabiliyor. Lakin tüm değişimler de, bize kadermiş gibi sunulan yanılsamalara ve eşitsizliklere karşı çıkarak, kendi sözünü söyleyerek, eşitlik talebiyle ortadan kalkmıyor mu? Malum kadınların seçme seçilme hakkını kendi mücadeleleri ile elde etmesi, Güney Afrika’da apartheid rejiminin kalkması mücadeleyle mümkün olabildi.
Biz kadınların yaşadığı eşitsizliklerde de elbette ki etnik köken, çoğunluk-azınlık ilişkisi, coğrafik ya da ırka dayalı eşitsizlikler ortaya çıkabiliyor. Ancak ortak nokta şu ki, kadına yönelik ayrımcılık beyaz-siyah, zengin-fakir, Latin-Asyalı olmakla veya ikilikler üzerinden mutlak çizgiler çekerek tanımlayamıyoruz. Patriarkal sistem tüm kimlikleri yatay keserken özel veya kamusal alanda yaşanan eşitsizlikler kadınlarda da ülke/kıta farketmezksizin ortak bir bilinç ve hafıza yaratabiliyor.
Dünyanın bir ucundaki kazanım kısa zamanda ve/ya uzun vadede bir başka coğrafyada yine kadınların kazanımına dönüşüyor. Eğitim, seçme-seçilme haklarımız gibi. Milliyetçi ve militarist politikalara karşı yaşamlarımızı ve bedenlerimizi devlet politikalarından korumaya çalışıyoruz, İrlanda’dan Arjantin’e kadar kürtaj hakkımızda ısrar ediyoruz. Dolayısıyla tüm özgünlükler değerli ve baki ancak temeli ve eşitsizliğin sebebi ortak.
Dolayısıyla kadın mücadelesinin adına kaderci bir yaklaşımla ‘kader ortaklığı’ veya dünya üzerindeki kadın mücadelesinin tep tip olduğu sanrısıyla değil, aksine özgünlüklerimizle birlikte yol arkadaşlığı, mücadele arkadaşlığı, kız kardeşlik gibi mücadeleyi anımsatan ve bize önceden biçilmiş eşitsiz rolleri reddederek dayanışma sağlayabiliyoruz.
8 Mart’ın tarihi de işte bu eşitsizlikleri, düşük ücretleri, uzun çalışma saatlerini reddederek hepimizin bildiği üzere Newyork’taki (1857) tekstil işçisi 129 kadının katledildiği tarih. Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’ndan, BM Genel Kurulu tarafından (1977) Dünya Kadınlar Günü kabul edilinceye değin kadınlar kamusal alandaki eşitlik taleplerini ileriye taşımaya başlamıştı. Ancak bugün halen gerek kamusal gerekse özel alanda kadınların emeği yok sayılırken, ev içi emeğimiz sigortasızlık ve görünmezlikle devam ederken, Türkiye’de de durum hiç parlak değil. Kadınların iş gücünü katılım oranı yüzde 34.9 civarındayken erkeklerin yüzde 72.6 (TÜİK), kayıt dışı çalışan kadın oranı ise DİSK raporuna göre yüzde 44 dolayında.
Toplumsal cinsiyet rolleri biz kadınları o denli sarmalamış ki; aynı anda 4 çocuğa bakarken, yemek yaparken, temizlik yaparken, ufak bir ev işine yetişemeyince kendimizle ilgili psikolojik baskı ve telaş yaşayabiliyoruz. Dolayısıyla 8 Mart Emekçi Kadınlar Günü’nde, erkeklerin biz kadınlara güzelleme yapması yerine ev işlerini eşit paylaşımdan dem vurmaları daha yerinde olmaz mıydı? Ülke genelinde baskıcı ve agresif savaş politikalarıyla ülkeyi yöneten iktidara karşı mücadele ederken, aynı zamanda biz kadınlar ekonomik özgürlüğümüzü kazanmaya çalışıyor, ev işlerinde boğuluyor, KHK ile ihraç ediliyor, çocuklarımızın akıbetini soruyor, tacize uğramamak için gece sokakta hızlı yürüyor ve katledilmemeye çalışıyoruz. İşte bütün bu nedenlerle kadın olmak zor ve mücadelemiz enternasyonel.