Eşik diye bir şey var. Kapı eşiği aklımıza gelir. İçeriye girmenin sınırıdır. Acının da eşiği var. Ezenler ve ezilenler tarafından belirlenir. Hatta belirleyen ezilendir dersek yeridir. Ezen eşik tanımaz, ezilen eşiği belirler. Bu yüzden ezilen burada kaybetmez. Acı eşiği diyoruz, acı çekme eşiği. Burada, 2020 yılında.
Nöbet diye bir şey var. Genelde muhafaza etme, koruma üzerine kurulu bir görevdir. Bir eşyayı, bir insanı, bir mülkü korumak için nöbet tutulur. Sağlık çalışanları da nöbet tutuyor, asker de, polis de, savaşçı da. Organize edilmiş bir kurumun güvenliği sağlanır. Artık öyle değil. Adalet nöbeti ve haber nöbeti de tutuldu yakın zamanda. Değişiyor bazen. Şırnak Silopi’de Taybet İnan’ın cenazesini köpeklerden korumak isteyen ailesi de nöbet tutmuştu günlerce. O zaman nöbet tutmak neydi de kim üretti ve kimin için bir ihtiyaç oldu, anlamıştık. Nöbet tutmak üniformasıza düşen bir görev olabiliyor. Şu günlerde bir anne evladının mezarı başında nöbet tutuyor.
Bu içinden geçtiğimiz açık faşizm yıllarında birçok şeyin adı da anlamı da değişti. Yok, zor aygıtlarıyla değiştirildi aslında. Hukuk değiştirilerek değişti, algı değiştirilerek değişti, medya değiştirilerek değişti ve korkunun sınırları değiştirilerek değişti. Devletin her mekanizması bu değiştirme ile sindirmek üzerine gelişti. Bugün kendini bu kadar kaba şekilde dayatmasının özgüveni burada yatıyor. Bu özgüven statü tanımaksızın, yani ast-üst ilişkisinin flulaştığı burada her üniformalının keyfiyetine bağlı. Bir bekçi, bir er, bir polis garanti bir cezasızlığa her gün şahit olduğundan, sokak ortasında insanları vurabilir. Saçma bir yasak türetebilir. Keyfi bir yetki üretebilir. Çünkü üniformalılar her yerde haklı ve her yerde cezasız.
Denilir ki ölenin hükmü yoktur artık. Burada öyle bir şey yok. Dinler üstü bir kin yarışı var burada. Ölenin bıraktığı hafıza var çünkü savaş var. Bu yüzden burada ölenin hükmü bir sonraki kuşağa sirayet edebiliyor. Bu hafızanın devredilmesini parçalamak isteyen devlet, ölü çaldığı yetmezmiş gibi şimdi de mezar taşlarını yok etmeye çalışıyor. Bahane derseniz esen rüzgardan bile uydurulur. Milyonlarca insanın anadiliyle verilmiş isimler, o dilde yani Kürtçe mezar taşına yazılmış bir cümle yasak denilerek yıkılıyor. Konunun orta yerinden konuşmak gerekirse, mezarlıklar talan ediliyor.
Bugünlerde salgın her temasta iz bırakıp öldürürken, ölmüş insanların mezar taşlarına savaş açılmış. Kobanêli çocuklara oyuncak götürürken IŞİD bombalamasında hayatını kaybeden Süleyman Aksu’nun Hakkari Yüksekova’daki mezarına yedinci defa saldırı yapıldı. Süleyman’ın annesi Kudret Aksu, mezarlığa saldırıyı anlatırken yıllar içinde gerçekleşen adaletsizlikleri, saldırıları ve haksızlıkları şöyle hatırlatıyor: “Ben birçok defa öldüm. Oğlum Suruç’ta katledildiği zaman ben öldüm. 2015 yılında oğlumdan bana kalan evim yakıldığında ben öldüm, oğlumun katillerine gereken ceza verilmediği zaman ben öldüm ve yedi defadır oğlumun mezarına saldırı yapıldı. Ben yedi defadır ölüyorum.” Acı eşiği yediye katlanan aynı anne, kararlı olmanın eşiğini de vurguluyor: “Günde iki defa oğlumun mezarını ziyarete gidiyorum. Polisler mezar taşını kırmaya gelirken beni de orada öldürsünler. Panzerlerle mezarlığa girip çıkıyorlar. Amaçları nedir? Biz adaleti, eşitliği ve kardeşliği istedikçe onlar saldırıyor. Ama bilsinler oğlumun mezarını kaç kere yıkarlarsa yıksınlar ben bıkmadan usanmadan tekrar tekrar yapacağım.”
Yine 2017’de Dersim’de çıkan bir çatışmada hayatını kaybeden Sevda Serinyel’in Bingöl’deki mezarına saldırı yapıldı. Mezar taşında yazılan “Yaşamak İçin Ne Çok Öldük” yazısını söken askerler, bu defa fotoğrafı kaldırmaya çalışıyor. Jandarmanın tehditlerine maruz kalan anne Hakife Serinyel, talana karşı mezarlıkta nöbet tutmaya başladı. Yapılanların bir zulüm olduğunu söyleyen anne, bu saldırıya karşı inadını şöyle anlatıyor: “Karakoldan her gün bizi arıyorlar. Ben de akşama kadar kızımın mezarı başında bekliyorum ki gelip zarar vermesinler, kırmasınlar. Bize yapılan bu zulmü kabul etmiyoruz. Tüm dünya sesimi duysun, mezarımı sahipsiz bırakmayacağım. Tüm dünya koronavirüsle uğraşırken, devlet mezarlarımızla uğraşıyor. Mezarlarımızdan elinizi çekin.”
Mezarlıkların sadece ölüevleri olmadığını bilen devlet, Kürde ve Kürtçeye düşmanlık yaparken diriye tehditler savuruyor. Devlet burada, ‘ölüye bunu yapan yaşayana neler yapmaz’ algısını her şehre hatta her eve yerleştirmek istiyor. Oysa Şeyh Said olsun, Seyid Rıza ve arkadaşları olsun, Cumhuriyet tarihinden bu yana isyan eden hemen hemen bütün Kürt isyan liderlerini mezarsız bırakmak bir devlet geleneği. Bir diğer gelenek ise aradan geçen on yıllara rağmen Kürtlerin bu mezarların mücadelesini halen veriyor oluşudur. Bu mücadele yaşam mücadelesinden ziyade bir tarih mücadelesidir. En başından beri hafıza mekânlarına tahammül edemeyen devlet geleneği, hiçbir şekilde zulmünün müzesine razı olmamıştır. Halen de bu geleneği sürdürüyor.
Devletin bildiği bir başka şey de bu mezarlıklara saldırıları hırçınlaştırıyor. Birçok din ve ırkta olduğu gibi mezar ziyaretleri ölünün yaşamını yad etmektir. Örneğin Kürtler perşembe günleri, bayram arefeleri ve bayram sabahları mezarlıkları ziyaret eder. Mezar başlarında ağıtlar yakılır, ölenin nasıl ve neden öldüğüne dair bilgiler dile getirilir. Bu, Kürtler gibi anadilde tarih eğitiminden mahrum bırakılmış bir halk için bir hafıza devri olduğu gibi bir tarih dersidir. Burada ölünün mezarının başına dikilen ağaç gibi yakılan ağıt da önemlidir. Resmi statünün dışına itilen her kesim kendi kamusal alanını yaratır. Mezarlık ziyaretlerinde de kimin nasıl ve nerede öldüğü acı eşiğinin benimsenmiş notalarıyla dile getirilir. 6 yaşında henüz resmi eğitimle yüzleşmemiş çocuktan üniversitede farkındalık yakalamış gencine kadar herkes dinler yani şahit olur. Bu bir nevi sömürge tarihinin anlatımıdır ve mekân da mezarlıklardır. Bu mekân seçimi ve imgelemler sıradan değil, tamamen acı eşiğinin esrikliğiyle belirlenmiştir. Aynı zamanda sınırı belirleyen ve sınanan bu eşik, gideceği yeri öngörüp isyan ve itiraz geleneğini aktarır.
Son söz, son handikap buradadır. Şahit olmuşuzdur. Mezar başında ruhsal esrimeyle veya acının götürdüğü diyardan gelen çağrışımlarla bir yaşanmışlığa efsaneler, masallar da dahil edilmiştir. Bu da eşik sonrasıdır ve nihayetinde hafıza devrediyordur. Sonrası ise belirli noktaların, belirlenmiş anlatının gerçeğiyle karşılaşınca yüzleşmek içindir. Evet, karşılaşıp yüzleşmek büyük büyük hasretimizdir. Ezilenlerin haklı öfkesi mezarlıklardan ve orada anlatılan hikayelerden gelen cüret ile başlar. Muktedirin korkusu ve kabusu da orada başlıyor. Şair Edip Cansever, Denizlerin idamından sonra şöyle der bir şiirinde: “Ölü mü denir şimdi onlara.” Şair burada soru sormaz, vurgusunu ortaya atar. Yine Constantinio Kavafis’in bir şiirinin adı ‘Barbarları Beklerken’dir. Biz artık barbarları beklemiyoruz, onları bizzat tanıyor ve teşhir ediyoruz.