İlk kez 1986 yılında ziyaret etmiştim Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ni. Ülkedeki refah ve bolluk düzeyini görünce şaşkınlıktan şapkam uçmuştu. İşsizlik diye bir sorunun bulunmadığını, fiyatların ne denli erişilebilir olduğunu, eğitim ve sağlık hizmetlerinin bedelsiz oluşunu, üniversite öğrencisine verilen bursun neredeyse asgari ücrete yakın olmasını bu şaşkınlıkla gözledim. Diğer yandan bu derenin suyunun nereden geldiğini de merak ediyordum. Toplum söylendiği gibi sınıfsız da değildi. 15 gün içinde hem zenginlerle, hem de orta halli insanlarla tanıştım. Yoksula ise hiç rastlamadım. Bu sınıflı toplumda ayrıcalıklı olanlar komünist parti üyeleriydi. Onların çocukları yabancı dilde (Rusça) eğitim veren ayrıcalıklı okullara gidiyor, hastalandıklarında en başarılı hekimler tarafından tedavi görüyorlardı. Daha da önemlisi, ciddi yolsuzluklar yapabilecekleri görevlere de onlar getiriliyordu. Ev içlerinde gözlemlediğim bolluk karaborsa bir alışverişle sağlanmaktaydı. Çarşıda, pazarda tezgâhlar ve vitrinler ya boş ya da niteliksiz ürünlerle doluyken evlerde gördüklerim ‘tezgâh altından’ alınmışlardı. Tabii hepsi de standart bedelin daha üstünde bir fiyatla. Kısacası kamunun üretimi, kamunun tüketimine ulaşıncaya kadar yapay bir servetin de oluşmasına yol açıyordu. Çark öylesine iyi kurgulanmıştı ki, toplum zarara uğrarken aynı toplumun bireyleri refah içinde yaşıyordu. Sosyalist ekonominin böylesine yozlaşması koskoca Sovyet ekonomisinin iflasıyla sonuçlandı.
1995 yılında Ermenistan’a ikinci gidişimde ülke çok farklı bir görünümdeydi. Doğalgaz akışı kesilmiş, elektrik enerjisi sadece birkaç saat veriliyorken, içme suyu ise haftada birkaç günle sınırlanmıştı. En çarpıcı olan ise insanların yüzlerine yansıyan karamsarlık ve buna bağlı öfkelilik hali. Peş peşe gelen Gümrü depremi, rejim değişikliği ve binlerce genç insanın can kaybına yol açan Karabağ savaşı toplumda derin bir travmaya yol açmıştı. Depremde ölenler resmi açıklamada 25 bin olarak hesaplanırken, gerçek sayının bu verinin iki katı olduğuna inanılıyor. Sovyetlerin dağılması sürecinde, bir sanayi ülkesi olan Ermenistan’ın tüm fabrikaları sahipsiz kalarak talan edildi. Ateşkes antlaşması sonrası cepheden dönen gönüllüler, ellerinde silahlarıyla toplum içinde haraç toplayan çetelere dönüşmüştü. Bizim Ermenistan’da bulunduğumuz günlerde, dönemin suç kaydı epeyce kabarık içişleri bakanı Vano Sirateğyan bu çetelerin tasfiyesi ile uğraşmaktaydı. Ancak yine de meşruiyetini Karabağ savaşından alan gözükara çevreler ülkenin sonraki 25 yılını belirleyen oligarşik yapıların temellerini oluşturdular.
2018 baharında gerçekleştirilen kadife devrim, bağımsızlık ilanından bu yana ülke insanında ilk kez geleceğe dair umutlar yeşermesine yol açmıştı. Sandıktaki iradesi çeşitli yöntemlerle gasp edilen yığınlar, kararlılıklarının iktidar değişikliğine yol açtığını görmenin coşkusunu yaşadılar. Devrime önderlik eden gazeteci kökenli başbakan Nikol Paşinyan’ın elinde sihirli bir değnek olmadığını herkes biliyordu. Ama yine herkes mevcut ekonomik darboğazın en önemli sebebinin de birkaç ailenin denetimindeki oligarşik yapılanma olduğunu farkındaydı. O yüzen de Paşinyan yönetimi ilk elden o yapıların tasfiyesine girişti. Yıkılmaz, sarsılmaz olduklarına inanılan güç odakları teker teker yargı karşısına çıkarıldılar. Soruşturmalarda özellikle askerin karavanasına kadar uzanan yolsuzlukların ortaya çıkarılması, bu çevrelere yönelik öfkenin daha da kabarmasına yol açtı.
Bu süreçte bağımsızlık ilanından bu yana süren dış göçün görece kesintiye uğramasına, hatta küçük bir oranda dahi olsa, geri dönüşlerin yaşanmasına tanıklık edildi. ‘Ne iş olsa yaparım’ inancıyla ülkeden ayrılanların bir kısmı, neyi, nerede ve nasıl yapacağına dair projelerle geri dönünce, ekonomide de iyimser bir iklim oluşmaya başladı. Her şeyin devlet tarafından merkezi bir planla tasarlandığı kültürden gelen Sovyet yurttaşları için kişisel girişim kavramı basit bir fanteziyken, yeni nesiller çok farklı fikirler üretme kapasitesine sahip.
Neoliberal serbest piyasa ekonomisini reddetme şansı olmayan Ermenistan, ancak iyi eğitim almış bu genç girişimcilerin yaratıcı fikirleriyle varlığını sürdürebilir. Bunun ön şartı ise ateşkes anlaşmalarının kalıcı bir barışa dönüşmesiyle sağlanabilir. Ülkenin ihtiyaç duyduğu yatırım sermayesi ancak barış ortamı sağlanınca devreye girecektir. Sömürüyü değilse de yolsuzluğu ve rüşveti önlemek mümkün.