Ermeni çobanların tanrısının mavi olduğunu biliyor muydunuz? Yağmur yağmasa, sular çoğalmasa koyunlar susuzluktan kırılır.
Tarlalar kurur. Köylüler ve çobanlar dünyanın bütün kara parçalarında yağmur duasına çıkar. Ermeni çobanlar da… Ama Ermeni çobanlarının tanrısı mavidir. Nedense bir tek Ermeni çobanlarının tanrısı mavidir. “Mavi tanrım, masmavi tanrım …” diye yalvarırlar.
Sadece yalvarmakla kalmazlar, en has koyunlarını da adak olarak adarlar. Yağmur yağar, sular çoğalır. Ama çoban koyuna kolay kolay kıyamaz. Tanrı için olsa bile. Bu defa, has koyunun sürüye bağışlanması içini tanrıya yalvarır. Tanrı gazaba gelir.
Adağından vazgeçen çobanı ve sürüsünü taşa çevirir. Bu masalı Ermeni yazar Hamasdeğ “Güvercinim Harput’ta Kaldı” kitabında anlatır. (Böyle bir masalı ben de hatırlıyorum. Bizim Kürecik’te bu bir ziyarettir ve adına Çobandede derler.)
***
Bir adam neden Amerika’da oturup, Harput’un küçük bir köyü ile ilgili öyküler yazar? Ya da yıllardır ayak basmadığı Diyarbakır’ın Gâvur Mahallesi’ni sayfalar boyu anlatır? Hagop Mıntzuri, bademcik ameliyatı olmak için geldiği İstanbul’dan bir daha köyüne dönemez. Birinci Dünya Savaşı başlamıştır. Askere alınır.
Tehcir edilen dedesi, annesi, karısı ve dört çocuğundan bir daha haber alamaz. Yazıya sığınır. Kendine sözcüklerde bir köy kurar. Yolları, tarlaları ve insanları ile eksiksiz bir köy. Savaş ve tehcir, yüz binlerle birlikte bu insanları da atar gurbet ellere. Bir daha dönemeyeceklerini duyumsarlar.
Duyumsadıkları başka bir şey de terk etmek zorunda kaldıklarının, bıraktıkları gibi kalmayacağıdır. Ne insanları kalacaktır, ne evleri, ne kiliseleri, ne tarlaları. Öyle de olur. Köyleri haritadan kazınmıştır. Artık tarlalarının ve ineklerinin başka sahipleri vardır.
***
Bir tek şey kalmıştır yapabilecekleri. Köylerini, yazıda yeniden kurmak. İnsanlarını yazıda yeniden yaşatmak. Belki budur, onlara sonsuz yasamı baş edecek olan. Ve buna girişirler. Hamasdeğ, Amerika’ya yerleşir. Orada kendine bir yaşam kurar. Ama kalemine takılan Harput’tur.
Harput’u ve köyünü anlatır, bıkıp usanmadan. Mıgırdiç Margosyan, Ermenice eğitimi görmek için ailesi tarafından İstanbul’a gönderilir. Uzun süre Diyarbakır’a dönemez. O hüzünlü şehri, Diyarbakır’ı anlatır. Öykülerinin büyük bölümü, “Bizim oralarda, Diyarbakır’da…” diye başlar.
Gerçeğe o kadar bağlıdır ki, ne mekânların, ne öykü kahramanlarının adını değiştirir. Başka şeylerin yanında bu bir sürgün edebiyatıdır da. Dönememenin gerginliği, isteseler bile gidememenin hüznü ve kahrı bu öyküleri yazdırmıştır.
Ermeni hemşerilerimiz, artık haritadan silinmiş köylerini ve kütüklerde karalanmış isimlerini tarihe mal etmek için yazıya sığınırlar. Ve geçmişi anlatırken, bazen tanrı maviye dönüşür.
*(Bu yazı daha önce Özgür Politika’da yayınlandı)