Erkek şiddetine direnişte, şiddet de ifşa da itibarsızlaştırma da cezalandırma da feminist mücadeleye her daim içkindir. Ceza biçimi burjuva patriyarkal hukuk normlarıyla sınırlı olmak zorunda değildir zira patriyarka ve kapitalizm iki ayrı sistemdir
Hülya Osmanağaoğlu
Biz kadınlar toplumda var olduğumuz her alanda, sokakta, işyerinde, evde sürekli olarak cinsel tacize uğruyoruz. Otobüste, vapurda, trende, sinemada elle, gözle, sözle bize sarkıntılık ediliyor. İşyerinde patronun, birlikte çalıştığımız erkeklerin bizi boydan boya süzmesine, ellemesine, imalı sözler söylemesine razı olmak sanki işimizin parçası. Evde kocamız istediği için sevişmek hatta bazen en yakın akrabamızın örtülü ya da açık sarkıntılık ve saldırıları karşısında suskun kalmak bizim kadınlık görevimiz. … Artık susmayalım… Hep birlikte bu utancı taşımaya “Hayır” diyelim. Asıl suçlunun ve utanması gerekenin erkekler olduğunu ilan edelim. (1989’daki “Bedenimiz Bizimdir! Cinsel Tacize Hayır!” kampanyası çağrı metninden)*
Türkiye’de ikinci dalga feminist hareket, 1987’de dayağa karşı yürüyüş mitingini örgütledikten sonra bu sürece katılan kadınların tanıklıklarından derledikleri “Bağır Herkes Duysun” kitabını Kadın Çevresi yayınlarından 1988’de çıkardı. Kadınların maruz kaldığı şiddetin utancının kadınlara ait olmadığını tüm bu kampanya boyunca yaygınlaştırdı feministler. 1989’da ise erkek şiddetinin bir başka türü olan cinsel tacize karşı kampanya örgütlenmeye başlanır. Ünlü “mor iğne” satışlarıyla akılda kalan bu kampanyanın yukarıda alıntı yapılan ilk metninde de o zaman ilk adımlarını atan feminist hareketin terminolojisiyle cinsel taciz karşısında kadınların direnişini örgütlemek hedefleniyordu. Cinsel tacizin sadece sokakta tanımadığımız erkeklerce yapılmadığı bizzat evdeki erkekler, akrabalar, işyerindekiler, patronlar tarafından da yapıldığı söyleniyor ve kadınlara bu tacizlere yüksek sesle hayır deme çağrısı yapılıyordu.
1990’larla birlikte feminist hareketin sesi toplumsal muhalefet içinde, sendikalarda, partilerde, sosyalist gruplarda yükselirken erkek şiddetine karşı (o zamanki deyişle “kadına yönelik şiddete karşı”) yaptırımlar da bu örgütlerde feministlerce gündeme taşınıyordu. İlk kez 1995’te Birleşik Sosyalist Parti’de kadınlara yönelik şiddet tüzükteki disiplin suçları arasında sayıldı. Evli olduğu kadına ağır şiddet uygulayan erkeğin “ben bir şey yapmadım ayağı takıldı düştü” demesiyle kendi adıma ilk kez o zaman, BSP kadın toplantısında, Morçatı’da aktif olan bir feminist avukat arkadaştan, kadına yönelik şiddet söz konusu olduğunda “suçsuzluğunu ispat yükünün erkekte olması gerektiği” teamülünü öğrenmiştim. Bu tüzük maddeleri 1996 yılında ÖDP’ye devrolurken aynı yıllarda Kumkapı Davası’nda ve Güneş K.’ya uygulanan ağır şiddetin söz konusu olduğu davada kadınların beyanının doğruluğu sorgulanıyordu. 1990’ların sonuna gelindiğinde ÖDP’de yine feminist hareketin etkisi kendini gösteriyordu. 1999’da ÖDP Beyoğlu’ndaki konferansta bağımsız feministlerin hazırladığı cinsel tacize karşı mücadele önergelerinde 89’daki Cinsel Tacize Hayır Kampanyası’na gönderme ile, kadınlara yönelik elle, gözle, sözle taciz olduğunda vd. kadınların beyanlarının esas alınacağı ve erkeklerin suçsuzluklarını ispatla yükümlü olacağı belirtiliyordu. ÖDP’nin o dönemki koşulları bu önergenin partinin büyük kongresinde karar haline gelmesini mümkün kılmadı. Ancak ÖDP’den ayrılanların bir bölümünün 2002’de kurduğu Sosyalist Demokrasi Partisi’nde kadınların feminist kararlılığı ile kadınlara yönelik şiddetle mücadeleye ilişkin uzun ve detaylı kongre kararında “kadının beyanı esastır” cümlesi yer aldı. O günden bugüne çok sayıda tüzüğe ve şiddetle mücadele yönergesine giren “kadının beyanı esastır” teamülü, erkek şiddeti karşısında kadınların maruz kaldıkları şiddeti ifşa etmesinin önünü açıyor olsa da nerdeyse her ifşada yeniden tartışma konusu yapılıyor. Esas olarak erkek şiddetinin tanığı ve kanıtı olmadığında erkeklerin söz konusu suçu işlemediklerini ispatlamakla yükümlü olduklarını ifade etmek için kullanılmaya başlanmıştı. Bugün artık kadınların maruz kaldığı farklı erkek şiddeti biçimlerini bilince çıkarmalarıyla bu teamülün buluşması feminist hareketin en önemli kazanımlarından biri haline geldi. Ve kuşkusuz nerdeyse tek tek her bir erkek şiddeti ifşasında da “kadının beyanı esastır” teamülü sil baştan tartışılmaya devam ediliyor
İfşalar ve “masumiyet karinesi”
2017’de ABD’de ünlü oyuncu kadınların Hollywood’daki cinsel şiddet ve saldırıları #Metoo etiketiyle sosyal medyada teşhir/ifşa etmeleriyle başlayan süreç spordan, akademiye tüm dünyada yayılırken Türkiye’de de 2019’da ünlü yazarlara, sanatçılara, akademisyenlere ve siyasetçilere yönelik ifşalarda yansımasını buldu. Bu tarihe kadar esas olarak toplumsal muhalefet içinde gündeme gelen erkek şiddeti ifşaları için artık en yaygın kullanılan mecra sosyal medya olmaya başladı. Bu süreç feminizmin erkek şiddetiyle mücadelesinin itibarsızlaştırılması girişimleriyle devam ederken en büyük desteğini de AKP-MHP iktidarından İstanbul Sözleşmesi’nin feshi sürecinde gördü: Kadınların şiddet gördükleri beyanıyla erkeklerin evden ve kadınlardan uzaklaştırılması karşısında patriyarka dört bir koldan sosyal medya dahil, kadınların beyanını itibarsızlaştırma kampanyasına girişti.
Dünyada ve bu topraklarda ikinci dalga feminist mücadelenin erkek şiddeti karşısındaki siyasetine yeniden bakarsak… Erkek şiddetine direnişte, şiddet de ifşa da itibarsızlaştırma da cezalandırma da feminist mücadeleye her daim içkindir. Ceza biçimi burjuva patriyarkal hukuk normlarıyla sınırlı olmak zorunda değildir zira patriyarka ve kapitalizm iki ayrı sistemdir ve ayrı hukuk normları olması olağandır. İfşa/teşhir, itibarsızlaştırma, feminist mücadele yöntemleridir ve on yılların mücadele deneyiminden süzülen bu yöntemler tekil sonuçları itibarıyla erkek burjuva sistemin yargı/hukuk normları ve kararları temel alınarak yanlışlanamaz.
Feminizm, kadınların haklarını savunma, bunu yaparken yanlış yola sapmış erkekleri topluma kazandırma siyaseti değildir; feminizm, kadın kurtuluş mücadelesidir. Kadınları öldüren, taciz eden, sömüren erkeklere karşı ve erkeklere bu gücü veren patriyarkaya/erkek egemen sisteme karşı verilen mücadeledir. Erkeklerin sanki doğuştan gelen bir özellikle taciz ettikleri ama öğrendikçe bunu yapmayacakları, bu nedenle anlayıp öğrenip özür dilemelerinin yeterli olacağı fikri feminizme ait olamaz. Çünkü egemen erkeklik doğuştan gelmiyor tam tersine erkekler toplumsal hiyerarşi basamaklarını çıktıkça şiddete daha çok meylediyorlar. O yüzden analarının sevgi dolu biricik oğulları evlenince eşlerini dövmeye başlayabiliyor ve sonuçta da melek gibi çocuğu çıldırtan kadın, adamın şiddet kullanmasının müsebbibi oluyor! Oysa bir kadınla evlenmek bir kadını “mülk edinmek” tam da toplumsal hiyerarşi basamaklarında yükselmek ve şiddet uygulamayı kendinde hak görmek anlamına geliyor. Yirmili yaşların içe kapanık erkekleri iş dünyası, akademi, örgüt, parti ya da entelijansiya basamaklarında yükseldikçe erkeklik güçleri/özgüvenleri artıyor ve kadınları taciz etmeyi kendilerinde hak görüyorlar. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilmediklerinden değil, kendilerinin güçlü erkek olarak kadınlara istedikleri gibi davranma hakkına da kavuştuklarını düşündükleri için kadınları taciz ediyorlar/şiddet uyguluyorlar. Kimi çocukluktan gelme erkeksilik kalıntıları nedeniyle değil, yetişkin hayatları boyunca adım adım inşa ettikleri egemen erkeklikleri nedeniyle kadınları taciz ediyorlar, evde eşlerini dövüyorlar; çünkü onlar güçlüler ve buna hakları var! Bu nedenle sekreterlere, kadın memurlara müdürleri, fabrikadaki işçi kadınlara ustabaşılar, genç akademisyen kadınlara doçentler proflar, stajyerlere deneyimli avukatlar, sendikalardaki ücretli çalışan kadınlara sendika yöneticileri, örgütlerde partilerde kadınlara erkek şefler tacizde bulunma hakkını kendilerinde görebiliyorlar. Ancak sadece hiyerarşi değil erkeklere güç veren, bizzat yanı başımızdaki işçi arkadaşlarımız, yoldaşlarımız, meslektaşlarımız sadece erkek oldukları için kadınlara tacizde bulunma hakkına sahip olduklarını düşünebiliyorlar. Yani yıllar geçtikçe doğuştan edinilen bir erkeklikten sıyrılmıyorlar hatta tam tersine yıllar geçtikçe ait oldukları toplumsallığın hiyerarşisinde yükseldikçe daha fazla, pervasızca erkek şiddeti, (taciz, tecavüz vd.) uygulamakta beis görmüyorlar. Erkekler yaş almaya başladıkça sınıflarından, statülerinden bağımsız kendilerini toplumsal hiyerarşinin üst basamaklarına çıkmış addediyorlar çünkü bütün erkekler kendilerini, bütün kadınlar üzerinde iktidar sahibi kıldığını düşündüren patriyarkadan güç alıyorlar. Feminist hareketin gücü ile ifşa olduklarında ise birden akıllarına hukukun üstünlüğü ve masumiyet karinesi geliyor. Bu kadar hak hukuk bilen erkekler bir kadından herhangi bir ışık almadan kadına cinsel içerikli konuşma, teklif, fiziksel hareket yapmanın “yanlış” olduğunu nasıl bilemiyorlar; biliyorlar ama güçlü erkek oldukları için başlarına bir şey gelmeyeceğini düşünüyorlar.
Erkek şiddeti politiktir ve bireysel suç değildir
Erkek şiddeti karşısında önemli mevziler elde eden feminist dayanışmanın karşısına çıkan -özellikle toplumsal muhalefetin örgütlenmelerinde- en yaygın itirazlardan biri “cezasını çekti geldi” yaklaşımı. Şiddet faili erkekler yeterli cezayı almış olsunlar ya da olmasınlar cezalarını tamamladıktan sonra kaldıkları yerden devam ettiklerinde zaten erkeklerin gözünde çoğu zaman suçsuz kabul edildikleri için hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına, siyasi/toplumsal kariyerlerine devam edebiliyorlar. Bu esnada şiddete direnerek ifşa eden kadınların bütün hayatı didikleniyor, yıpratılıyorlar çoğu zaman içinde şiddete maruz kaldıkları örgütleri ve işyerlerini terk etmek zorunda kalıyorlar. Her şeye rağmen hayatlarına devam ettiklerinde de şiddeti uygulayan adamların şiddet uygulama gücünü aldıkları hiyerarşik/örgütsel/toplumsal konumlarına geri dönüşüne katlanmak durumunda kalıyorlar. Ve çoğu zaman da ifşada bulunan kadın ve dayanışma gösteren kadınlar ceza alan erkeğin ve çevresinin yıldırma operasyonlarıyla karşı karşıya kalıyorlar. Yani aslında ceza sonrasında kadınların beyanı yeniden işlevsizleştiriliyor. Bunu engellemenin yolu fail erkekleri şiddet uygulama hakkına sahip olduklarını düşündüren hiyerarşik konumdan (suçun ağırlığı oranında) uzak tutmak olacaktır. Benzer biçimde şiddet faili erkeklerin ceza aldıklarında bunun içinde bulundukları tüm sosyal çevre içinde bilinmesi gerekir, yani ceza aldı ifşa gereksiz denemez. Öznel koşulları nedeniyle şiddete maruz kalan kadınlar talep etmedikleri sürece şiddet uygulayan erkeklerin suçu ve aldığı ceza, parçası oldukları sosyal-siyasal ortamda açıklanmalıdır. Zira erkek şiddeti suçu iki kişi arasında geçse bile bireysel bir suç değildir. Bir erkeğin bir kadına uyguladığı şiddet aslında erkeklerin/patriyarkanın tüm kadınları sindirmek, baskı altına almak, itaate zorlamak için uyguladıkları şiddetin bir parçasıdır. Örneğin işkenceci polisler nasıl ifşa oluyorlarsa tacizci erkekler de aynı şekilde ifşa olmalıdır, suç bütün kadınlara karşı işlendiği için tüm kadınlar bundan haberdar olmalıdır. Polisin işkencesi de erkek şiddeti de politiktir ve egemenlik ilişkilerinden kaynaklanır. Erkek şiddetini bireysel iki kişi arasında olmuş bir olay gibi gören yaklaşım liberalizmle, ezme ezilme ilişkilerini bireysel tutumlarla açıklamakla maluldür.
Tüm bu erkek iktidarı/patriyarka karşısında kadınların erkek şiddetine direnmek için ellerindeki en önemli olanak kadın dayanışmasıyla inşa olan bir ifşa süreci haline geldi. İşyerinde yaşadığı tacizi birlikte çalıştığı kadınlarla paylaşmakla başlıyor mücadele. Örgütte yaşadığı aşağılanmayı, tacizi, dışlanmayı kadın yoldaşlarına anlatmakla ilk direniş adımları atılıyor. Kadınlar birbirlerinden cesaret aldıkça paylaşmaya başlıyorlar yaşadıklarını ve erkek şiddetine kolektif direnişi örgütlüyorlar. Sesleri bastırılmaya çalışıldığında yaptıkları ifşa bambaşka kadınlara ulaşıyor ve dayanışma büyüyor. Tam da bu yüzden son aylarda başlayan işçi kadın direnişleri içinden kadın işçilerin maruz kaldıkları erkek patron baskılarını ve cinsel tacizleri de açıkladıklarını gördük. İşçi kadınlarla dayanışma büyüdükçe ekonomik taleplerin ötesine geçen bir işçi kadın hareketinin adımları atılmaya başlandı. Çünkü kadınlar biliyorlar anlatılan her erkek şiddeti hikâyesinin kendi yaşadıklarının ya da çok yakınlarındaki kadınların yaşadıklarının bir başka örneği olduğunu. Bu dayanışma başka kadınları güçlendiriyor cesaretlendiriyor ve birer birer düşmeye başlıyor erkek şiddetinin kaleleri; partilerde, örgütlerde, meslek odalarında, sendikalarda, ofislerde, fabrikalarda. Feminist olsun ya da olmasın her kadın yaşadığı erkek şiddetini bir başka kadınla paylaşıp onun dayanışmasını hissettiği oranda güçleniyor ve direnme gücü artıyor.
Peki kadınlar bütün hayatlarının baskı altına alınacağını bilmelerine rağmen erkek şiddetini ifşa ederlerken, feminist mücadelenin bir kazanımı olarak kabul gören kadının beyanı esastır teamülünü kötüye kullanan, yalan söyleyen kadınlar da olabilir mi… Özcü bir feminizmimiz yoktur, kadınlar asla yalan söylemez demeyiz… Böyle istisnalar çıkarsa da kolektif bir özgürlük/kurtuluş mücadelesi söz konusu olduğunda liberallerin “bir tek kişi bile zarar görecekse…” minvalindeki saçmalıklarına cevap vermeyi gereksiz buluruz… Tarihen sınıflar mücadelesine ve ulusal kurtuluş mücadelelerine sahip çıkanlara ise; Rusya’da çarın küçük kızı Anastaya’nın Bolşeviklerce öldürülmesi Bolşeviklerin haklılığına ne kadar zarar veriyorsa, Kronstadt’taki isyanın bastırılış biçimi Ekim Devrimi’ni ne kadar gayri meşru kılıyorsa, Cezayir’de ulusal kurtuluş mücadelesi esnasında Fransız sivilleri de hedef almış olması FLN’nin mücadelesini ne kadar itibarsızlaştırıyorsa, tek tek kadınların, “kadınların beyanı esastır” teamülünü kötüye kullanma ihtimali de itikadımızca feminist mücadeleye o kadar gölge düşürüyordur, diyelim…
* Feminizm Kitabı, Dipnot Yay.
*Yeni Yaşam Kadın Eki’nde yer alan diğer yazıları okumak için tıklayınız