“Başkanlık rejimini” Erdoğan’ın kişisel ihtiraslarıyla açıklamak pek moda olsa da, yüzeysel ve dar bir değerlendirmedir ve yaşanan temel dönüşümün derinliğinin kavranamadığını gösterir.
İlkin, Erdoğan ya da başkası sırf şahsi ihtiraslarıyla ülke gündeminde kalıcı dönüşümler yapamaz; şahsi ihtiraslar ancak ülkedeki tarihsel-toplumsal eğilimleri temsil edebildiği oranda güç kazanabilir.
Erdoğan’ın şahsında kendi liderini bulan coğrafyamızın “antika tarihten” yadigar asalağı tefeci-bezirgan-toprak ağası blokudur. Erdoğan, söz konusu “antika” egemenlerin yeterince faydalanamadıkları kapitalist soyguna karşı duydukları haseti şahsında en yoğunlaşmış haliyle taşıyıp, en iyi sözcüsü olabildiği içindir ki ülke dengelerinde konumlanıp, yol alabildi.
Bu güçler, kapitalizmin geldiği güncel aşamadaki haliyle artık sistemle sınırlı değil bütünlüklü kaynaşmak, paylarına düşeni hiç vakit kaybetmeden hemen-şimdi almak, hızla zirveye tırmanma isteğiyle doluydular ve Erdoğan’ın öncülüğünde hedeflerine ulaştılar.
15 Temmuz 2016’da yaşanan ve “Allah’ın lütfu” saydıkları Cemaatçi darbe teşebbüsü sonrasında ise, çıtayı daha yükseğe koydular. Artık, bir yandan kaynaşıp bütünleşme yöneliminin başarılı olabilmesinin politik zeminini oluşturan Kemalist cumhuriyetin tasfiyesi sürecinde yaptıkları çapulcu soygunları resmileştirmek, hatta daha fazlasını koparıp almak istiyorlardı. Ama daha da önemlisi, bu tasfiye sürecinde devletin ve toplumun içinde aldıkları siyasi inisiyatife dayanarak egemenliklerini kalıcı hale getirmeyi hedefliyorlardı.
İşte, Erdoğan evet hınçla dolu gözü doymayan bir kişidir, ama esas olarak Kemalizm tarafından iktidara finans-kapitalle birlikte ortak yapılan tefeci bezirganlığın güncellenmiş ve kişiselmiş halidir. Bu güçler, “Antika” nitelikleriyle gelişime kapalı, vurguncu, üretimden kopuk ve kendisini tekrara güdülü olsalar da, Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar sızmış örgütlülükleriyle Cumhuriyetin henüz zayıf olduğu kuruluş aşamasında gereken ittifak alanıydılar.
Kemalizm güç dengelerinin kendisine dayattığı ittifakı gerçekleştirdi. Anadolu burjuvazisini bankaların ve devletin iç içe geçtiği bir “serada” finans-kapital haline sıçratan Kemalizm, kendisinin ve yeni egemen zümrenin “yalnızlığını” ülkeyi gerici ağlarla saran tefeci-bezirganlarla giderebildi; tefeci-bezirganlar da, kendisini dayatan modern sermaye egemenliği kapitalizmle uzlaşarak kendi varlıklarını sürdürebildi.
Türkiye’de kapitalizmin gelişim sürecinde, “Modern” sermayenin hızla gelişip Anadolu’ya yayılması sürecinde daha yüksek birikim kanallarını keşfeden Anadolu’nun yerleşik gücü “Antika” sermaye güçleri, bir yandan farklı biçimlerde kendilerini eski yapılarıyla sürdürürken öte yandan da (örneğin, finans kapitalin ürünlerinin satışını yapan bayilikler kanalıyla) kapitalizmle bütünleşme adımlarını attı.
İşte, Erdoğan, süreç içinde zirveleşen gücünü; ilkin, o tarihsel-toplumsal egemenlik alanının Erbakan’la başlayan ama tıkanıklıklar yaşayan sistemle bütünlüklü kaynaşmasını tamamına vardırabilmesi sayesinde kazanmıştır. İkincisi ise, Kemalist Cumhuriyet’in tasfiyesi sürecinde edindiği inisiyatife dayanarak devlet içinde kendi mutlak egemenliğini (anayasal olmasa da) fiilen kurabilmiş olmasından güç kazanıyor.
Ancak, tam da burada, gücünün zirvesinde işler çatallaştı, çatal aşılamıyor, aşılamadıkça Erdoğan’ın “reislik” dayatması zorlanıyor.
Neden?
Şimdi toplumsal gerçekliğe baktığımız kaleydeskopumuzun başlığını biraz çevirelim, bakalım neler göreceğiz!
Erdoğan her ne kadar Kemalist Cumhuriyet’in tasfiyesi sürecinde başarılı olmuşsa da, o başarının arkasındaki “gizli el” küresel ve yerel sermaye güçleridir.
Sermaye güçleri, bir dönem kabul etmek zorunda kaldıkları Ordu merkezli Kemalist siyasal sistemi, ulaştıkları güncel güç seviyesinde artık “ayak bağı” olarak görüyorlardı. Ordu’nun ön açmasıyla “devletçiliğimizi fideliklerinde el bebek gül bebek” semirip büyümüşlerdi, ama vefa sermayenin bilmediği bir ruh haliydi, o sadece çıkarına bakardı.
Sermaye artık sistemin genel yöneliminde Ordu ile sürekli pazarlık halinde olmak, onun gönlünü almak, ona haracını vermek… vb. gibi zorunlulukları, kendi somut-tarihsel hareketinin önündeki “pürüzler”/marazilikler olarak görüyor, siyasal sistemin oligarşik zirvesine kimseyle paylaşmadan tek başına oturmak, mutlak egemenliğini kurmak istiyordu.
Bu güçler, sermaye birikiminin yasalarının hiçbir pürüzle lekelenmeden uygulanmasını hedefliyorlardı. Üstelik, birikimlerinin geldiği aşamada bu istek öyle içi boş keyfi bir istek değil, sermayenin somut-tarihsel hareketinin gerçek ihtiyaçlarının zorlamasının ürünüydü ve o hareketin geldiği nokta da en yetkin haliyle sürebilmesinin zorunlu ihtiyaçları tarafından belirlenmişti. Ya da düzeyinde bir gerilim ekseni üzerinde konumlanıyordu.
Karşılıklı ihtiyaçlar, modern ve antika sermaye güçlerini modern sermaye zemininde daha derin ve bütünlüklü bir kaynaşmaya zorluyordu.
Her ne kadar iktidar ortağı olsalar da, birlikte inşa ettikleri kapitalist sistemin kaymağını kendileri yiyen ve “yancı” olarak gördükleri antika tefeci-bezirganların aç gözlü hırslarını iyi bilen modern sermaye güçleri onları sahneye davet ettiler: Görev, Ordu’nun ayrıcalıklı konumda olduğu siyasal sistemi tasfiye etmek ve süreç içinde kendilerinin de kaynaşacakları sermayenin mutlak egemenliği altındaki yeni bir cumhuriyetin kuruluşu için gerekli koşulları oluşturmaktı!
Elbette, süreç anlattığımız kabalıkta değildi; gerçek yaşamın içinde ihtiyaçları doğrultusunda hareket eden güçler çeşitli engeller ve pürüzlerle zorlanıyor, birbirleriyle karşılaşıyor, itiş kakışlar oluyor, dengeler kurulup bozuluyor; süreç rasyonel konuşmalar ve anlaşmalarla değil, söz konusu karmaşık ilişkiler ağının bir arada işleyişinin içinde yaşanarak kendi rasyonalitesini yaratıyordu.
Neticede Erdoğan başarılı oldu, artık Kemalist cumhuriyet yok!
Fakat, gelin görün ki deyim yerindeyse “evdeki hesap çarşıya uymadı” ve sermayenin mutlak iktidarı için “gereken koşulları oluşturan” Erdoğan, iktidarı doğrudan sermayenin kullanımına sunmak yerine, sırtını coğrafyamızdaki binlerce yıllık despotik geleneklere yaslayarak, kendi “hamiliğinde” bir sermaye cumhuriyetini dayattı; “Artık ordu yok, ama ben varım/biz varız” diyordu! Sermaye yeni bir pürüzle yüzleşiyordu!
Erdoğan’ın iktidar döneminde geçmişlerinin kat be kat üstünde kazançlar elde eden modern sermaye güçleri ile kendilerine “kıymetimi bilmiyorsunuz, nankörsünüz” diyen Erdoğan arasındaki güncel gerilim tam da bu yüzleşme nedeniyle yaşanıyor. Yoksa iktidarda Erdoğan olsun ya da başkası sermaye için fark etmez! Bu güçlerin sorunu yeni “hamilik” dayatmasıdır ve kabul etmedikleri Erdoğan’ın dayatmasına kendi mutlak hakimiyet ihtiyaçlarını dayatıyorlar. Onlar yeni bir “hami” değil, sermayenin somut-tarihsel hareketinin sorgusuz sualsiz hizmetindeki “görevli kişi ve kurumlar toplamı” istiyorlar!
Gerilim tam da Erdoğan’ın çok yönlü krizlerle sarsıldığı son yıllarda gittikçe yoğunlaşıp sertleşiyor.
Erdoğanist egemenliğin/faşizmin kurumsallaşmasının inşası sürecinin son aşamasındaki tıkanma aşılamadıkça kalıcılaştı ve son dönemde gittikçe zayıfladığı bir eğik düzleme düştü. Yaşanan çok yönlü krizler, başta süreklileşen yoksullaşmasının dipsiz gidişi ve devletin çeteleşmesi olmak üzere söz konusu eğik düzlemin ivmesini veriyor. Son yerel seçimde yaşanan ağır yenilgi Erdoğan’ı sarsıp zorluyor. Üstüne yüklenen çok yönlü ve ağır basıncı kaldırmakta zorlanıyor.
İşte, “yumuşama” denilen sürecin Erdoğan açısından anlamı, bahsettiğimiz gerilimden ve geldiği aşamadaki güncel zorlanmasından çıkıp geliyor.
Zorlanıyor, ne pahasına olursa olsun nefes almak, yerel seçimler sonrası yeni oluşan güç dengelerine uyum sağlayıp yeni hamleler yapabilmek için hesap kitap yapmak, yeni konumlanmalar inşa etmek ve yeni ittifaklar kurmak için zaman kazanmak istiyor.
Kemalizmin tasfiyesi ve Başkanlık Sistemi
Kaleydeskopumuzu bir çentik daha çevirelim!
Kemalist Cumhuriyet’in tasfiyesi ve başkanlık sisteminin inşası Erdoğan’ın şahsi yönelimi değil; sermayenin ve devletin yüksek çıkarları gereği yürütülen bir süreç.
Birbirine bakışımlı olarak ve birbirini kışkırtarak var olan iki ana yönelime, günümüzdeki küresel ve yerel gelişmelerin çok yönlü zorlamaları ve bu zorlanmaların ortaya saçtığı fırsatlara dayanan egemen güçler, mevcut koşullarda ayakta kalabilmek ve mümkünse fırsatları değerlendirerek bölgesel hegemon devlet olabilmek için gereken zorunlu iç dönüşümleri yapma hedefiyle söz konusu tasfiye ve yeniden kuruluş yönelimlerini yürütüyorlar.
Hedef, toplumsal ve siyasal alanın zaten merkezine yerleşmiş olan sermayenin somut-tarihsel hareketinin önündeki geçmişten kalma Ordu hegemonyası gibi “antika” pürüzlerin temizlenerek hareketin adeta buz üstünde kayar gibi hızla akmasını, her alanın ve her şeyin sermayeye göre sermaye tarafından yeniden yapılandırılmasını sağlamaktır. Erdoğan’ın süreci İslami renge boyaması bile hedeflenenin sadece abartılması olup, modern sermaye güçleri de İslam’ı sermayenin hareketinin yaratacağı toplumsal hasarların ve olası tepkilerin halkı uyuşturularak sönümlendirilmesinin aracı olarak kullanmayı hedeflemektedir.
Dikkat edelim, ne herhangi bir muhalefet politikacısı ne de doğrudan sermaye örgütleri sürecin kendisine/Kemalist Cumhuriyetin tasfiyesi ve “Başkanlık Rejiminin” kurulmasına söz söylememekte, süreci yürüten Erdoğan’ın yaptığı marazilikleri eleştirmektedir. Beklenen “Godot” İmamoğlu’nun yerel seçim sonrasındaki hareketleri Erdoğan’a ne kadar benziyor değil mi, umursamazlık, küstahlık, çok yüzlülük, özel uçak merakı..vd.
Erdoğan sermayenin “antika” yüzüyse, İmamoğlu “modern” yüzüdür; “Başkanlık” ama sermayenin hareketini sorgusuz sualsiz yürütülmesi her ikisi için de uygun bir konumdur, üslup ve duruş da ona uygun olmalıdır, nobranlık esastır!
Yumuşamanın ana omurgası işte tam da bu gerçeklikten çıkıp geliyor; istek “yüksek yerden” geliyor, emir sayılır!
İmamoğlu tarafından bakarsak, yeni cumhuriyetin inşasında Erdoğan’ın yarattığı pürüzler temizlenmeli, sermayenin mutlak egemenliğinin önü açılmalıdır. Erdoğan ise, kaybetmeye başladığı gücünü yeniden kazanarak kendi “hamilik” statüsünü bir kez daha dayatmak ya da o noktada başarılı olmazsa en azından yeni cumhuriyetin kurucu güçlerinden/ortaklarından birisi olmak istiyor!
Erdoğan, ama özellikle de ortağı MHP ve arkasındaki devlet fraksiyonları açısından iktidarda kalma zorunluluğuna bir ivme de Kolombiya’dan yola çıkarken bir biçimde yakalanan eroin ve farklı uyuşturucularla dolu şileplerin konşimentolarındaki Türkiye/İzmir-Mersin adresinin arkasındaki güçlerin ihtiyaçları tarafından veriliyor. Adresler belli de, isimler nedense gizleniyor, ama hepimiz o sözümona “gizli” isimler üzerinden zıplayarak gidilen esas adresin neresi olduğunu biliyoruz değil mi?
Sermaye, hiçbir zaman “temiz” olmadı; öyle ya, üretimmiş, dağıtımmış, şuymuş buymuş, zor işler; havadan uçarak gelen milyarlarca dolar ceplere mesela borsaya giren “bıyıklı yabancılar” üzerinden doluverse ne güzel olur değil mi?
Yoksulluk yumuşamıyor!
Öte yandan ortada “yumuşama” söylemi bolca dolaşsa da yoksullaşma hiç yumuşamıyor! Üstelik önümüzdeki sonbahardan itibaren yeni bir yoksullaşma dalgasının geleceği net olarak görülüyor.
Açık ihtiyaç “servet vergisi” iken, ülkenin her tarafında süreklileşen enflasyon ve artan dolaylı vergilerle halkın cebine elini atan Şimşek’in hayaleti geziniyor. Öyle görünüyor ki, yakında “var olma”, “nefes alma” “sağa sola bakma” gibi konularda vergi çıkabilir.
Evet, artık vergi değil, “salma” söz konusu! Osmanlı hazinesi boşalınca padişahın sorgulanmaz iradesiyle hiçbir sebep gösterilmeden vatandaşa “salma” salınır, gereği de zorla yapılırdı.
Zaten enflasyon ortamında asgari ücret ve emekli maaşlarına zam yapılmayarak Osmanlı’nın “tağşiş” politikasına da geri dönülüyor. Osmanlı devleti para birimi olan Sikke’nin içindeki gümüşü azaltıp bakırla karıştırarak “devlet sahtekarlığı” yaparken, şimdikiler daha usta daha hince hamlelerle ilerliyor, yurttaşın cebine ellerini enflasyon yoluyla “çaktırmadan” sokup soyuyorlar.
Osmanlı akçesi Sikke yola çıkarken 1.3 gram ağırlığında bir gümüştü, geçen yıllar bu ağırlığın neredeyse sıfıra doğru inmesine şahit oldu. Her tağşiş uygulaması yeniçerileri, esnafı ve halkı yoksullaştırırken devletin açıklarını kapatmaya yaradı. Bağlı olarak her tağşiş sonrasında halk ayaklanmaları ve “tağşişe karar veren” sadrazam idamları normalleşmişti.
Hadi bir benzetme yapalım: Yoksullaşmaya karşı olası bir halk hareketi, Şimşek’in Londra’ya geri gönderilmesi ve asgari ücrette yapılacak artışla sönümlendirilmeye çalışılacaktır. Osmanlı’nın ayaklanan yeniçerilerin maaşlarına zam yapıp o sırada görevde olan sadrazamı idam ederek ayaklanmaları bastırmasının güncellenmiş hali!
Sonraki yazıda “yumuşama” sürecinin diğer politik aktörü olan CHP’ye değineceğim. Dokunulmazlıkların kaldırılmasına onay vererek başlayan sermaye ve devlet odaklı “gizli koalisyonun” diğer kanadındaki politik aktör olan CHP politikalarının günümüzdeki aşamasında bir level üste sıçramış hali olarak “Yumuşama!”