Erol Katırcıoğlu
Tayyip Erdoğan’ın Gezi kararı ve Osman Kavala ile ilgili söyledikleri Türkiye’de demokrasi güçlerinin işlerinin giderek daha da zorlaşacağının işareti oldu. Gerçekten de Ukrayna krizi etrafında gelişen olaylarda Türkiye’nin Batı yanlısı bir tutum almış olması birçok kişiyi umutlandırmıştı. Her ne kadar Rusya ve NATO arasında dans eden bir tutum almış olmasına rağmen yine de bir NATO ülkesi gibi davranmış olması, Erdoğan’ın ülkede de demokrasi yönünde adımlar atacağı beklentisi yaratmıştı. Fakat heyhat! Erdoğan, Gezi ve Osman Kavala ilgili söyledikleriyle iç politikadaki tutumunu gevşetmeyeceğini, sertlik politikalarına devam edeceğini gösterdi.
Ben, bunun, Erdoğan’ın son şansı olduğunu ve bu şansını da kötü kullandığını düşünüyorum. Çünkü, her şeye rağmen, yirmi yıldan sonra, Cumhuriyet yeni bir yüzyıla girerken, ben, Erdoğan’ın daha demokratik bir siyasi alana doğru yönelme şansı olduğunu düşünüyordum. Özellikle sonuç almamış olsa da, Kürt sorunu gibi çetrefilli ve fakat acilen çözülmesi gereken bir konuda adım atmış olması ona böyle bir kredi açıyordu doğrusu. Örneğin, tecridin kaldırılması, genel af ilanı ve bir demokrasi paketiyle Erdoğan’ın seçimleri bile kazanması mümkündü. Ama aldığı bu son pozisyon onun bu son şansını da berhava etti.
Gerçi bu sözlerim bir kaçınılmazlık çerçevesinde söylenmiş olsa da hayatın böyle kaçınılmazlıklarla dalga geçme olasılığı da az değildir. Çünkü siyasi liderler kararlarında özgür değillerdir aslında. Az sayıda oldukları için biri bir karar alacağı vakit, diğerlerinin bu karara nasıl tepki vereceğini de hesaba katarak bu kararı almak zorunda. Onun için siyasi parti liderlerinin kararları birbirine bağlı kararlardır. Bağlıdır bağlı olmasına ama yine de parti liderlerinin karakterleri de işin içindedir.
Örneğin yukarıda ifade ettiğim gibi Tayyip Erdoğan, kendisinden daha demokratik bir adım beklenirken, aksine sertlik yanlısı bir adım attı. Bu adıma nasıl karar verdi bilmiyoruz. Ama Kavala ve Gezi davasıyla ilgili sözleri özellikle muhalefet liderlerinin Gezi davasına ve Kavala’ya sahip çıktıkları günün akşamında geldi. Kılıçdaroğlu grup konuşmasında “Kavga”dan söz etti, Akşener ise “1908 Meşrutiyet devriminden” söz etti, Ali Babacan ise seçimlere kendi adları ve kendi listeleriyle gireceklerini açıkladı. Bu sözler söylendikten sonra akşam Erdoğan Kavala’yı Soros’a benzeterek Batı karşıtı tutumunu ortaya koydu.
Buradan söylemek istediğim şu: liderlerin kararları birbirleriyle ilgilidir ama birinin attığı bir adımın yaratacağı etki, liderlerin lider olma özellikleriyle de doğrudan ilgilidir. O nedenle de Erdoğan’ın bu attığı adımın muhalif liderlerde etkisi olduğu gibi muhalif liderlerin söylemlerinin de Erdoğan’ın üzerinde etkisinden söz etmek mümkündür.
Henüz 6’lı muhalefet Erdoğan’la yarışacak adayı ortaya koymadığı için Erdoğan’ın üzerinde en çok etki edecek liderin kim olduğunu henüz bilmiyoruz. Orada da giderek yükselen bir biçimde bir rekabetin olduğu belli. Söz konusu altılı içinde oy potansiyelleri olarak daha küçük olanları bir kenara koyarsak asıl rekabetin CHP ve İYİ Parti arasında olduğunu söyleyebiliriz.
Son zamanlarda muhalif medya, hatta CHP’ye yakın olduğu bilinen muhalif medya da Akşener’e doğru eğilmiş görünüyor. Verilen haberlerde de yapılan tartışma programlarında da Akşener ve İYİ Parti’ye yönelik açık bir destek olduğu ortada. Bu durumda DEVA Partisi’nin verdiği kendi kurumsal yapısıyla seçime katılma kararının bile yalnızca AKP tabanıyla ilgili değil, aynı zamanda İYİ Parti’ye yönelmiş bu sempatiden duyulan rahatsızlıkla ilgili olduğu bile söylenebilir.
Sonuç olarak, eğer CHP lideri, gerçekten cumhuriyeti kuran partinin lideri olmanın sorumluluğuyla hareket edip, cumhuriyetin ikinci yüzyılının başında, önceki yüzyılda çözülemeyen Kürt sorunu, Alevi sorunu gibi sorunları gündemine alarak daha kapsayıcı yeni bir siyasi duruş ortaya koymazsa, iktidarın başka ellere gitmesi de mümkündür. Bu yazıdan muradım da budur.
Bilmem yanılıyor muyum?