Fransa ile Türkiye devleti arasında artan gerilim, ABD başkanlık seçiminin gölgesinde görünürlüğünü kaybetmiş olsa da gündemden düşmüş değil. Hikayenin bir yanında, Ortadoğu, Afrika ve Doğu Akdeniz coğrafyalarında iki devlet arasında yaşanan çıkar çatışması bulunuyor. Öte yanda ise, Fransız hükümetinin İslamcı ‘ayrımcılığa’ karşı ülke içinde aldığı seküler yasal önlemler ve bunlarla eşzamanlı gerçekleşen terörist cinayetler üzerine Türkiye hükümetince – özellikle de Erdoğan tarafından – boykot çağrısı da dahil olmak üzere başvurulan çeşitli beyanlar duruyor. Erdoğan, meseleyi Fransa’nın içişleri sorunu olmaktan çıkararak sınır-aşırı bir kimlik çatışması eksenine taşıyor: Müslüman kimlik karşısında laisist bir siyasi otoritenin tavrının eleştirisi.
Erdoğan’ın bu çabasının, Avrupa’da son yıllarda artış gösteren Müslüman nüfusun hamiliği iddiası taşıdığı ortada. Diyanet’in Avrupa ülkelerinde artan faaliyetleriyle birlikte bakıldığında, Batı ülkelerindeki göçmen Müslümanları sahiplenme ile başlayıp giderek İslam dünyasının bütünü üzerinde Halifelik benzeri bir hegemonya oluşturma hedefi de okunabilir. Ama bütün bu olgular, Erdoğan’ın Fransa cumhurbaşkanına hakarete varan aşırı tepkisinin kaynağındaki öfkeyi izah etmekte yetersiz kalacaktır.
Bu tepki, Erdoğan’ın bir yandan meseleyi Fransa’nın milli sınırları dışına taşırırken bir yandan da Türkiye’nin bir iç meselesinin tarihi izleği üzerinden algıladığına işaret ediyor. İki ülkenin laisizm deneyimlerinin kısa tarihi, bu noktada kesişiyor. Türkiye’de 1928’den bu yana yürürlükte olan laisizmin başlıca ilham kaynağı Fransa olsa da iki deneyim önemli farklar gösteriyor. En önemlisi, iki laikliğin köken olarak karşılarına aldığı dinler farklı. Fransa cumhuriyeti, Katolikliğin bir kurum ve siyasal bir güç olarak kamusal alandan tasfiyesini hedefliyor. Türkiye cumhuriyeti ise, ibadet başta olmak üzere dini ritüelleri standartlaştırarak Müslüman kimliğini devlet kontrolü altına almak üzere laisizm ilkesine sarılıyor. Diyanet İşleri Başkanlığı ile Genelkurmay Başkanlığı’nın aynı tarihli yasayla kurulmuş olmaları rastlantı değil.
Laiklik ilkesinin ilanı, Türkiye ve birçok Ortadoğu ülkesi için siyasal İslam’ın kurucu travmasını oluşturuyor. 20. Yüzyıl boyunca siyasal İslam’ın beslendiği hikayelere, Haçlı seferleri ya da Hıristiyanların İslam ülkelerine tarihsel mezalimi yanına önemli bir unsur olarak yerel laisist rejimlerin zulmü de eklenmiş oldu. (Şapka giymediği için İstiklal Mahkemesi kararıyla ‘şehit’ edilen Müslüman şahsiyetler, ve benzeri.) Bu kurucu travma üzerine siyasal İslam’ın mücadele stratejileri de biçimlenmeye başladı. Müslüman Kardeşler’in lideri Seyyid Kutup, 1950’li yıllarda, yerel laisist iktidarlar ile Müslümanlık öncesi ‘cahiliye’ rejimleri arasında bir analoji kurarak siyasal mücadelenin çizgisini belirlemiş oldu.
Fransız laisizminden farklı olarak Türkiye ve Ortadoğu laisizminin tarihi, zaman içinde karşısına dikilecek siyasal dinci (İslamcı) akımların kuruluş ve gelişmelerinin de tarihini içerir. Erdoğan için, Fransız cumhurbaşkanının son kararları, içinde yoğrulduğu ve bugün liderliğini yaptığı siyasal İslamcı hareketin kurucu travmasının tezahürü anlamına geliyor. Yüz yıla yakın bir tarih boyunca İslamcılar olarak karşısında mücadele verilen laisizmin bir kez daha İslami kimliğe saldırı temelinde adeta hortlayışı…
Erdoğan kuşağının İslamcıları için Kemalist cumhuriyetin kuruluşu kadar önemli bir travmatik vaka kendi yaşam süreleri içinde gerçekleşti. 1980’li ve 90’lı yıllar boyunca yaygınlaşarak güç kazanan İslamcı hareketi yeniden bastırmayı amaçlayan bir askeri darbe gerçekleşti. 28 Şubat 1997 tarihli MGK kararlarını takiben İslamcı Erbakan hükümetinin düşürülmesi süreci, son tahlilde ‘yenilikçi’ ya da ‘ılımlı İslamcı’ profili ile AKP’nin kuruluş yolunu açmış olsa da, bugün ülke yönetiminde bulunan birçok kadroya zorluklarla dolu bir dönem yaşatmıştı.
Fransa, Ortaçağ’ın egemeni Katolisizm kurumuna karşı mücadele içinde biçimlenmiş laisizm ilkesini, çok farklı bir güncel sorun (artan Müslüman nüfus ve İslamcı terör) ile baş etmek umuduyla yeniden gündeme getiriyor. Erdoğan ise, Türkiye koşullarında siyasal İslamcılığın temelini oluşturmuş anti-laik söylemin diliyle bu tavrın karşısına dikiliyor. Erdoğan belli ki Macron’un suretinde Mustafa Kemal’in ya da General Çevik Bir’in hayaletlerini görüyor. Bu uyumsuz referanslar ve birbirinden kopuk algılar üzerinden ilerleyen süreçte sorunların çözülmek yerine daha da derinleştiğine tanık olmak kimseyi şaşırtmayacak.