Erdiniz değil mi muradınıza? Her şey tamam oldu, değil mi? Cami avlularına cenazeleri, sınır boylarına çaresiz mültecileri dizdiniz, her şey yerine oturdu. Ne kadar övünseniz az! Kaç haftadır, “bu adamlar durumu kurtarmak için bir şey yapacaklar” diyorduk hep, buymuş demek. Ruslara koordinatları verme, önüne gelen Nusra’cı elinde füzelerle hatıra videoları çektirip karşı tarafa ‘gel gel’ desin, iyi fikir!
Ama bu defa öyle şatafatlı cenazeler olmadı nedense. İnsanların pek aklına yatmadı sanki bu iş. Derin bir sessizlik ve soru işaretleri dolanıyor sokaklarda. Hakkari’den gelmiyor cenazeler sonuçta ve daha uzaklardaki tuhaf maceralar, insanlara o kadar da ikna edici görünmüyor. Suriye’nin başka yerlerinde elinde tüfekten başka bir silah olmayanlara karşı sağlanan süper ‘başarı’ların bu defa daha ‘cüsseli’ rakipler karşısında sağlanamaması da ciddi hayal kırıklıklarına yol açıyor bir yandan. Aksilik, Şubat da kısadır ya biraz, bitiverdi işte önceki akşam. Bitti ve klavye komandoları daha ilk dakikada beş-on adet Rus uçağı düşürüp, Esad’ın Şam’dan kaçtığına bizi ikna ettiler ama o kadar. Elde var yine bataklık!
Netice itibarıyla, ‘fetih namazı’na daha çok var ama ‘cenaze namazı’ konusunda sıkıntı yok, hangi camiye gitseniz musalla taşında kırmızı-beyaz bir tabut. Ve bunun ne kadar süreceğini kimse bilmiyor.
Ama gündüz görüntüleri bunlar… Musalla taşındaki tabut, orada kalmıyor ki akşama kadar! Namazı kılınıyor, büyük adamlar büyük laflar ediyor ve sonra götürüp toprağa veriliyor… Sonra? Sonra, akşam oluyor. Konu komşu, el ayak çekilince, geriye yalnızlık ve karanlık kalıyor. Boşluk. Kocaman bir boşluk!
Önümde bir fotoğraf var şu anda. Ta Çekoslavakya sınırında bir yerlere meraklı yeğenim gidip bulmuş, çekmişti. Bir şehitlik taşı ve üstünde isimler yazılı. Aralarında ‘Arif Oğlu Ömer’ diye bir isim de var. Lakabı, kayıtlarda ‘Bosnalıoğlu’ diye geçiyor: Benim büyükbabam! Turgutlu’nun ilk ve sanırım tek gazete bayisiymiş o zamanlar, evinde kitaplık filan varmış, öyle rivayet ederler ailede.
Galiçya cephesinde başı sıkışan Almanlar bizim Enver’in dillere destan avanaklığını biliyorlar ya, yağlayıp gazlayıp ‘yahu şuraya da bi el at’ deyince hiç ikiletmemiş paşam. ‘Emrin olur abi’ diyerek Çanakkale’den boşa çıkan birliklerden 33 bin kişilik bir kuvvet oluşturup göndermiş oralara.
21 Temmuz 1916 sabahı Uzunköprü istasyonundan giden ilk kafilede Arif oğlu Ömer var mıydı bilinmez ama oradakilerden biri şöyle yazıyor hatıralarında: “Ne bir yolcu edenimiz, ne de mendil sallayanımız var. Mahzun değil fakat düşünceli olarak istasyonu terk ediyoruz. Kara tren bütün sürati ile bizi bilmediğimiz meçhul diyarlara doğru çekip götürüyor.” (Kumandanım Galiçya Ne Yana Düşer, Mehmet Şevki Yazman, Türkiye İş Bankası Yayınları)
Daha önce de bir defa yazmıştım, ‘Kanonenfutter’ diye bir kavram var o zamanlar. ‘Top yemi’ ya da mecazi olarak ‘öne sürülüp harcanacak asker’ anlamına geliyor. Aynen öyle oluyor. Gidenlerin 12 bini Galiçya topraklarında kalıyor. Bu 12 binden bazılarının kargaşa sırasında Ukrayna köylerine sığınıp çoluk çocuğa karıştığı, hatta yıllar sonra torunlarıyla Türkiye’ye ziyarete geldiği söylenir ve hatta bizim evde ‘Ukraynalı cici babaanne’ esprileri hep yapılır ama yok, bizimki daha en başta vurulmuş anlaşılan. Biraz dişini sıksa da siperden kafayı fazla uzatmasa, Bolşevik devrimi patlayınca Ruslar çekilmiş zaten ama… Kader! Muhtemelen Enver bir yıl sonra cepheyi ziyaret edip askerlere “aslanlarım kaplanlarım, şehit kanıyla sulanmayan toprak arazidir” diye gaz verdiğinde de Ömer Efendi çoktan çekip gitmişti dünyamızdan.
Sonra? Sonrası belli… Cenazesi bile geri gelmeyen bir adam ve ömrünün kalanını, yarısı boş bir yatak ve üç çocukla geçirmek zorunda kalan bir kadın, babaannem…
Nasıl? Sahne sanatçıları arada bir dönüp salona sorar ya hani: Nasıl? Eğleniyor muyuz?
Eğleniyoruz eğleniyoruz! Pek güzel eğleniyoruz!
Böyle işte… Ve hiçbiri yeni değil bu yaşadıklarımızın. Hiçbiri! Sarıkamış buz kesmişken, kurtlar insan etine doymuşken, “Ordumuz Allahu Ekber dağlarında düşmana kahredici darbeler indirmektedir” diye başlık atan Babıali gazetelerini de gördü bu memleket. Daha neler gördük, neler göreceğiz.
Ama bir yere kadar. Bitecek bir gün. Bu insan yiyen makinanın dişleri kırılacak eninde sonunda. Şimdilik musalla taşlarındaki kırmızıbeyaz tabutlar işe yarar belki, yarıyor, ama siz asıl öteki tabuttan korkun; hani şu Varto’da yolun kenarına bıraktığınız tabut var ya, işte ondan!
Eğleniyor muyuz? Eğleniyoruz eğleniyoruz!
Ama bak yine söylüyorum, o tabutu unutmayın arada. Yol kenarına atılan o tabutun ahı yakacak sizi. Bir o, bir de Edirne hattına sürdüğünüz ceylan gözlü çocuklar! Demedi demeyin sonra!