Necati Sönmez
Bugün militarist sömürgeci kapitalizmin fiili bir dünya sistemi olarak iflası bu kadar açık ve net iken, ona karşı direnişin bu denli parçalı ve örgütsüz olması trajik bir ikilem, evet. Korkunun ecele faydasının olmadığını egemenlere göstermek için enternasyonal ruhu geri çağırmak zorundayız
Dünya üzerindeki tüm insan topluluklarının temel sorunlarda ortaklaştığı, başka bir düzen arayışının küresel nitelik kazandığı ve bu yeni düzenin gezegen ölçeğinde kurulması zorunluluğunun idrak edildiği bir çağdayız. Yaşamak için gerekli doğal kaynakların, gıdanın, havanın, temiz suyun, ormanların, yerüstü ve yeraltı kaynakların giderek tükenmesi, iklimsel değişim, küresel salgın, kronik işsizlik, kitlesel göç gibi olgular ortak sorunlar etrafında kendiliğinden bir enternasyonal durum, bir çeşit ‘kader ortaklığı’ yaratıyor. Ayrıca bir aciliyet de dayatıyor: Dünyanın yaşanmaz bir yere dönüşme riski hiç bu kadar görünür ve türümüzü tehdit eder bir tehlike haline gelmemişti. Kısacası yapay sınırların ayırdığı insanlığı güçlü bir şekilde birleştiren yeni bir durumla karşı karşıyayız. Buna karşın bu küresel krizin müsebbiplerine karşı verilen mücadeleler, trajik bir şekilde ulusal sınırlara hapsolmuş durumda. Üstelik dünyanın her köşesinde olup biten her şeyden anında haberdar olma, herkesle her an iletişim kurma şansımızın olduğu bir çağda.
Çok değil 60-70 yıl önce, insanlık daha enternasyonal ve etkileşimli bir dünyada yaşıyordu. Ta Karayipler’de, Martinik Adası’nda doğan Franzt Fanon, diline, dinine, kültürüne yabancı olduğu Cezayir’deki bağımsızlık savaşının bir neferine dönüşebiliyordu. Afrika, Asya ve Latin Amerika’daki anti-emperyalist halk mücadeleleri birbiriyle dayanışabiliyor, bunların lider ve temsilcileri Tricontinental gibi konferanslar düzenleyip bir araya gelebiliyor, ortak yayınlar çıkarıyordu. 1968 öğrenci hareketi gerçekte Paris’te değil, bir sene önce Berlin’de, ülkeyi ziyaret eden İran Şahına karşı yapılan gösterilerle başlamıştı. Gençler Şah’ın zulmü altında inleyen İran halkıyla dayanışmaya kalkışınca polisin aşırı şiddetine maruz kalmış, Benno Ohnesorg adlı öğrencinin polis kurşunuyla öldürülmesi üzerine gösteriler tüm üniversitelere yayılmıştı.
Japonya’dan Türkiye’ye her yerden militan gençler Filistin direnişine desteğe gidiyordu. Aynı şekilde sinemacı Godard ve arkadaşları kameralarını alıp kamplardaki hayatı belgelemeye koşuyordu. Yazar Jean Genet, Ürdün ve Lübnan’daki mülteci kamplarına gidip aylarca kalıyor, oradan yazılar yazıyordu. Yılmaz Güney, ölmeden önce Latin Amerika ülkeleriyle ortak film yapma hayalleri kurabiliyordu. (Şimdiki prodüksiyon bütçesi odaklı ortak yapım mantığıyla değil, gerçek anlamda bir kolektif işbirliği tasavvur ediyordu.)
Kısaca, bir yerde eşitsizlik ve adalet için savaşanlar, dünyanın geri kalanında süren benzer mücadelelerle gönül birliği içindeydi. Dünyada yakılan bütün isyan ateşleri tek bir ateşin parçaları gibiydi. Şimdiki halimize bakınca, küresel sorunların dağ gibi büyüdüğünü, öfkeli kalabalıkların her yerde sokaklara aktığını, ancak yanı başındaki halklarla dahi dayanışma duygularının zayıfladığını görüyoruz. Ezenlerin dayanışması, ezilenlerinkinden çok daha güçlü ve etkili. Düşman gibi görünen iktidarlar bile askeri, lojistik ve ekonomik düzeyde birbirine kol kanat geriyor, aynı baskı mekanizmaları ile ezdikleri halkları, aynı hamasi milliyetçi-şovenist söylemlerle birbirine uzak tutmayı başarıyor.
Geçtiğimiz haftalarda burada hikayesini anlattığım Zakaria Zubeidi dahil altı Filistinli siyasi tutsağın, İsrail’in en güvenlikli hapishanelerinden birinden kaşıkla tünel kazarak kaçması, Türkiye’deki sol çevrelerde bırakın heyecan yaratmayı, medyada kısa haber dışında doğru dürüst yer bile bulamadı. Oysa işgal altında yaşayan bir halka mensup direnişçi militanların, yıllardır tutuldukları zindandan imkansızı başarıp kaçması dünyanın her yerindeki muhaliflere güç verebilecek bir haber. Kaçanlardan dördünün, bir kaç gün sonra yakalandığında maruz kaldığı korkunç işkencenin izleri fotoğraflara yansıdı. Yine sol kesimlerin dayanışma beyanını geçtik, medyasında haber dahi olamadı bu vahşet görüntüleri.
Bugün militarist sömürgeci kapitalizmin fiili bir dünya sistemi olarak iflası bu kadar açık ve net iken, ona karşı direnişin bu denli parçalı ve örgütsüz olması trajik bir ikilem, evet. Ancak bu siyasi miyoplukla savaşmak da, mücadeleye dahil. Çünkü ulusal ve bölgesel sınırlara hapsolma hali kendiliğinden oluşmadı, direnişleri yalıtma, dayanışmayı kırma siyasetinin, bunu sağlamaya yönelik muazzam bir taarruzun sonucu.
Dışarıyla en ufak dayanışma girişimini kriminalleştirmeye çalışan, Gezi’yi ‘dış mihraklar’a, Ospor’a, Soros’a, yabancı medyaya falan bağlamak için sabah akşam çalışan medya taarruzunu hatırlayalım. Sınırın ötesinde yaşanan barbarlığa karşı ortak ses vermek için bir grup genç bir araya geldiğinde muktedirlerin nasıl paniğe kapıldığını, Suruç’ta olduğu gibi onları paramparça etmekten çekinmediklerini de gördük.
Korkunun ecele faydasının olmadığını egemenlere göstermek için enternasyonal ruhu geri çağırmak, Brezilya’da yerli, Hindistan’da çiftçi, Afganistan’da kadın olmanın isyan ve öfkesini birleştirmek zorundayız. Bu felaketler düzeninin mimar ve bekçileri, çareyi sebep oldukları yıkımı geride bırakarak uzaya kaçmakta ararken, daha doğrusu herkesi çarenin bu olduğuna ikna etmeye ve uzaya bilet satmaya çalışırken, bir kısmını uzayın gerisini tarihin çöplüğüne göndermek için daha iyi bir zaman zor bulunur.