İnsanın kendi çağıyla kurduğu ilişki endişe ve karamsarlık üzerinden inşa edilmişse, gelecekle ilişkisinde hiç şüphesiz ne Toulouse-Lautrec’in Moulin Rouge’nu, ne Sainte-Victoire’n Tahiti’deki cennetini, ne Gauguin’in büyüleyici manzaralarını tasavvur edebilir. İlk akla gelen ne yazık ki Munch’un ‘Çığlık’ tablosudur. Çünkü bu çağın ruhunda Monet’in ışık huzmeleriyle süslü bahçeleri yoktur artık ve Van Gogh’un o renkli hayal tarlaları anız yangınlarına yenik düşmüştür. Cezanne’nin ‘İskambil Oynayanlar’ tablosunda olduğu gibi boşluğa dalma halini yaşıyoruz. Çünkü bu yüzyılın özellikle son yıllarında dünya ruh halinin değiştiğini, sıkıntı ve endişenin, gerginlik ve karamsarlığın, yabancılaşma duygusunun hakim olduğunu görüyoruz. Kötülüğün vücut bulmuş hali olarak çağımızın aktörleri sıradan ahlaki kaygılardan arınmış, aşırı rafine erk düşkünü vasatlık ikonu haline gelmiştir. Çağımızın içinde bulunduğu durum, güneşin birdenbire kapkara bulutların arkasında kaybolması gibi tedirgin edicidir. Dolayısıyla bugün dünyanın birçok yerinde gök gürlemeye ve şimşekler çakmaya başlamıştır.
Çağımızın bugünkü ruh hali bezgin ve tekinsizdir. Bugün en çok kuşku, kaygı ve ötekilik algısı üzerinden bir yönetsel mekanizma işletiliyor. Toplumlardaki vicdan ve merhamet yitimi, beraberinde telafisi zor krizler ve idealsizlik üretmektedir. Umut dolu gelecek tasavvuru varoluşsal korkuların çok gerisinde kalmıştır. Dünyanın içinde bulunduğu şiddetli geçimsizlik hali ve öteki imgesi, mevcut çatışma ve savaşları kaçınılmaz kılmaktadır. Günümüzün “modern vekalet savaşları” ve çatışmaların birçoğu belirli bölgesel sınırlar içine izole edilmiş gibi görünse de, etkileri küresel düzlemde büyük sarsıntılar yaratmakta ve her geç gün “büyüklerin bizatihi” savaşları olarak hayatın her alanına sirayet etmektedir. Dünyanın siyasi aktörlerinin adı konulmamış bir krizle karşı karşıya kaldıkları, sarsılmaz bir hakikattir. Birbirlerinin oyunlarını bozan muzır çocuklar gibi hileler yapıp, kanlı oyunlar oynuyorlar. Köklü kimi devletler gelenek bozgununa uğramış ve kimileri kaçık birileri tarafından yönetiliyor. Dünyayı büyük felaketlere sürükleyen geçen asrın şer tellallarının birer reenkarnasyonu gibi davranıyorlar.
Çıkardıkları krizlerin sürdürülebilir bir seviyede seyretmesinin nedenlerinden biri de çatışma alanlarının “kendi” evlerinin dışında olmasındandır. Ama her geçen gün krizin ortaya çıkardığı yıkımların toz bulutlarının, onların saf mavi göklerine de sirayet edeceği muhakkaktır. Nitekim savaşlardan kaçan milyonlarca insanın dünyaya dağılması, sebep olduğu krizin kendi evlerine dönmesinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla dünyada mülteci sorunu veya krizi olarak lanse edilen insan hikayeleri bir modernite krizidir. Ve bu “yeni çığlık” hayatın her alanına yayılmıştır. Dünya çapında ulus devletlerin kurgusal restorasyonu ve buna bağlı olarak gelişen köktendincilik, ırkçılık ve yükselen milliyetçilik, insanlık mirasının ne denli bir krizle boğuştuğunun önemli bir işaretidir. Medeniyetin yaralanması olarak ortaya çıkan bu boğuşma hali halklar ve milletleri birbirlerini boğazlama noktasına kadar getirmiştir.
Dolayısıyla karamsar bir geleceğin içine itilen insanlar medeniyete karşı yerel öğeler üzerinden mitolojik mitler kurarak insanlığın değerler merkezine temsili savaşlar açmaktadır. Çözüm önerilerini tek seçeneğe indirgeyen yeni dünyanın yeni icadı, Munch’un da ustalığını aşan bir kötümserliktir. Buna bağlı olarak devam eden savaşların dini ve milli imgeleri, uygarlığın başarısızlığı anlamına geldiği gibi kültürel ve sosyal kazanımların da kaybı demektir. Siyaset kuramının ölçüleriyle mevcut dünya liderlerinin profillerine ve kapasitelerine bakıldığında her birinin krizin ana gövdesinin bileşkesi olarak varlıklarını sürdürdüklerine tanıklık ediyoruz. Gittikçe büyüyen dini ve milliyetçi radikal unsurların ana odaklarında yerlerini almaktadırlar. Bir önceki çağın ‘yıkım ustaları’ gibi bugünkü siyasi aktörler de, her an ve her yerde ‘düşman resimleri’ üzerinden kitle psikolojisini kullanarak “yücelmeye” çalışıyorlar. Dünya sistemini etkin bir şekilde değiştirebilecek süreçlere dahil olmak yerine, kendi tahakkümlerinin tesisiyle müşküldürler. Dolayısıyla son olarak Fransa, Almanya, Rusya ve Türkiye arasında dörtlü bir toplantının İstanbul’da yapılması, bölgesel barış ve istikrardan ziyade, yeniden tanımlanan paylaşım taksiminde kimin ne kadar pay alacağıyla ilgilidir.
Bir araya geliş nedenleri Suriye’de yaşanan trajedinin sonlandırılması değil, bölgedeki mevcut konumlarını güvence altına almak ve olası yeni etki alanları yaratma çabasıdır. Dolayısıyla İstanbul’daki “son akşam yemeğinin” esas hedefi budur! Bu tablo aynı zamanda dünya siyasetinin bitmek bilmeyen bir çıkmazın içinde olduğunun da işaretidir. “Büyük güçlerin” bir araya gelişi, demokrasinin temel değerleriyle değil, güç ilişkileri ve stratejik çıkarlarla uyum içindedir. Oysa insanlığın temel değerleri, sosyal ve kültürel kazanımları muhafaza edilmeden bir çözümün bulunamayacağı, bilinen bir hakikattir. Dörtlünün İstanbul’daki güç gösterisi örtülü bir hilebazlar atölyesidir ve bunun sonucunda yeni Guernica’ların çıkma ihtimali vardır. Bu hileye yol verirsek, gözlerinde bolca umut çiçeği açmış olanların da endişesi devam edecektir.