On kent yerle bir, toplam 13 milyon insanın barındığı yerleşim alanlarının hemen tamamı yaşamla ölüm arasında çırpınıyor. Bu satırlar yazıldığı sırada, resmî sayılara göre 7 bin 108 kişinin öldüğü ve 40 bin 910 kişinin yaralandığı söyleniyordu. Depremin zamanı, şiddeti ve süresi göz önüne alındığında şu an enkaz altından diri ya da ölü çıkarılması beklenenlerin sayısının mevcut kaybın en az on katı olduğunu varsaymak makul bir sonuç olur.
6 Şubat Pazartesi, sabaha karşı 04:17’de, pek az istisnası dışında 13 milyon insanın hemen tamamı en derin uykularındayken ülke tarihinin en kuvvetli depremine maruz kaldıkları düşünülür, depremin yol açtığı ve gözler önünde duran fiziksel yıkım içinden bakılırsa, nihai bilanço ortaya çıktığında bu varsayımın bile haddinden fazla iyimser kaldığı görülecektir.
Bilim insanlarının dile getirdikleri karşılaştırmalara müracaat edersek, 7,8 kuvvetinde ve bölgeyi yeryüzeyine yakın bir sığlıkta vuran depremin açığa çıkardığı enerjinin kapasitesini idrak edebilmek açısından kabaca 8 milyon ton TNT’nin patlamasından ortaya çıkabilecek bir şiddet doğurduğunu öğrenebiliriz.
Apaçık gerçek, Türkiye’nin 1939 Erzincan depreminden sonra tarihinin en büyük depreminin altında kalmış olduğudur. Bölgenin 13 milyon sakininin ve elbette kalpleri onlarla çarpan on milyonlarca insanın uzunca bir süre bu depremin travmasıyla baş başa ve hiç tükenmeyen bir yasın kucağında kalacağı, on binlerin hatta yüzbinlerin eğitim ve üretim dışına düşeceği, birkaç ay içinde devletten kendilerine hiçbir maddi ve manevi yardımın ulaşmayacağını idrak eden yüz binlerin geleneksel yaşam alanlarını terk edip göç yollarına düşecekleri göz önüne getirilirse, bu muazzam depremin bir felakete dönüşmesinin insani maliyetinin hepimiz için ne kadar ağır olduğu daha iyi anlaşılabilir.
Doğrusu hakikat o kadar sert ve katlanılmaz ki, insanlar ona gözlerini yumsalar kim ne diyebilir. Kendinizi bu depremden sağ çıkmış birinin yerine koyun: 30, 40, 50 yıllık hayatınızın kent mekânında, her gün kat ettiğiniz sokaklarda, çarşılarda, mahallelerdeki bütün maddi izlerinin apansız havaya uçtuğunu, kendileriyle birlikte insanlaştığınız hemen herkesin bir anda hayatınızdan çıkıp gittiğini, yabancı bir gezegenin ortasında kalakalmışçasına yapayalnız ve bir dilim ekmek yemenin ve bir bardak su içmenin bile bir meydan okumaya dönüştüğü bir can pazarının içine tepilmiş olsanız ya da her şey size böyle hissettirse haliniz nice olurdu? İşte şimdi milyonlarca insan o halde.
Türkiye bu halle 1999 Gölcük-Marmara depreminde bir kez daha yüzleşmişti, toplumsal varlığımız tabiatla test edildiğinde toplum adına bütün yetkileri kendisinde toplamış olan devletin başı Süleyman Demirel, “Altımız çürüktür” demişti. “Ama yine de bu altın üstünde yaşamaya mecburuz. Yine bu topraklar üzerinde yaşayacağız, ama daha dikkatli olacağız. Biz bu abdestle çok namaz kılarız, bu depremden çok şey öğrendik.”
Bu sözlerin üzerinden çeyrek yüzyıl geçtikten sonra neredeyse aynı sözleri dinliyoruz. “Cumhurbaşkanı yardımcısı” sıfatlı şahıs, on binler enkaz altında can çekişirken konuşuyor: “Depreme hazırlık, deprem anındaki müdahaleden son derece önemli. Buradan gerekli dersleri çıkararak tüm Cumhurbaşkanlığı, Çevre Şehircilik Bakanlığı olarak çalışmaları sürdürüyoruz. Güçlü bir ders alarak çıkarız.”
Bu çeyrek yüzyıl içinde “laik”, “hürriyetçi parlamenter nizam” yerini İslamcı-ırkçı diktatörlük koalisyonu “tek adam rejimi”ne bıraktı. Şimdi, Marmara depremini “Allah özel bir muamele yapmış. Hiçbir yerde olmayan zelzeleyi buraya özel yapmış. Darmaduman oldu gitti,” diye cümbüş ederek kutlayan mendeburun ruh ikizleri yönetiyor ülkeyi.
Devlet bugün de, toplumun tarihsel varlığının resmî yurttaşlık doktrininin her bir momentine meydan okuduğu, Alevilerin kutsal topraklarında, Nusayrilerin medeniyetinde, Kürtlerin öz yurtlarında Sünniler, Türkler, Suriye’den göçenler ve yerli Araplarla iç içe yaşadığı bir bölgede depremle sınanıyor. O çok bilmiş, kibirli Selefiler, Fuat Oktay’ın diliyle bir kez daha Süleyman Demirel’in ipine sarılıyor, “Buradan gerekli dersleri çıkararak, güçlü bir ders alarak çıkarız.”
Demirel’in Cumhurbaşkanlığında, Başbakan Ecevit’in çıkardığı ders, vergi koymaktı: Halkın “Deprem Vergisi” dediği Özel İletişim Vergisi güya “depreme hazırlık” için bir fon yaratacaktı. O fonda Temmuz 1999-Temmuz 2022 arasında 83 milyar 621 milyon 940 bin lira vergi toplandı. Bu kaynağa ne olduğunu soranlara dönemin Maliye Bakanı Mehmet Şimşek AKP iktidarının onuncu yılında şu pişkin yanıtı vermişti: “[…] duble yollara gidiyor, demiryollarına, havayollarına, çiftçimize, eğitime gidiyor.”
Bütün o zamanlar boyunca ve bugüne kadar, Türkiye’nin üzerinde yaşamaktan kaçamayacağı güya “çürük zemin” her saniye deprem üretmeyi sürdürdü ve sürdürüyor. Yeryüzündeki misyonunun başkasının toprağına, mülküne, insanına el koymak olduğu tahayyülüyle hükmeden bir sınıfın elindeki baskı aracı olan bu devletin toplumu doğayla barışık bir varoluşa taşımasını beklemek üzerinde yaşadığımız topraklarda, pasif bir intihardan başka bir anlam taşımıyor.
Bu büyük insanlık ve uygarlık krizinden çıkışın, depremin altından insanlarımızı kurtarmanın ve bir daha hiç kimsenin o göçüklerin altına girmemesinin biricik yolu, iktidarı bu zalim ve obur çetenin elinden almak, arama kurtarma faaliyetini bile dolaylı bir soykırım ve nüfus planlaması aracına dönüştürmekten ar etmeyen bu zalimlere yolun sonunu göstermekten geçiyor. Ancak, toplumun kendi geleceğini kendisinin belirlediği koşullarda bir demokratik ve sosyal cumhuriyette, deprem bir felaket olmaktan çıkabilir.
Deprem dayanışmasını bir toplumsal harekete dönüştürerek bu günleri aşabiliriz. “Bizleri kurtaracak olan kendi kollarımızdır.”