12 Eylül 1980 darbesinin 43. yıldönümündeyiz. Coğrafyamızda darbe ve darbe girişimlerinin sıkça yaşandığı tarihsel bir vakıadır. Son olarak 15 Temmuz süreci ve ardından yaşananlar biliniyor. Yaşanan ve lafta da olsa “demokrasiyi rafa kaldıran” bu süreçler birer istisna değil, Türk devletinin varlık ve kuruluş zeminine; tarihsel, toplumsal ve elbette sınıfsal gerçekliğine uygun birer kaidedir.
Soykırım üzerine kurulan bir devlet gerçekliği, ilk birikimini çökülen Hristiyan halkların servetleri üzerinden gerçekleştiren ve daha devletlerini kurarken dönemin emperyalist sermayesiyle işbirliği içine giren Türk hakim sınıflarının esas olarak işçi sınıfına ve tali olarak da kendi aralarındaki iktidar dalaşına içkin olan faşist yönetim sistemi, “raydan çıkan sistemlerine yerine” oturtmak için sıklıkla darbelere başvurmuştur.
“Ekonomik uyanış sosyal uyanışı geçti” denilerek göstermelik demokrasi oyununa ara vermişler, kendilerince mıntıka temizliği yapmışlardır. Bu darbeler içinde 12 Eylül 1980 darbesi diğerlerine nazaran daha özel bir yerde durmaktadır. Zira 12 Eylül faşist darbesi önceki darbelerden çıkarılan derslerle daha kapsamlı hayata geçirilmiştir. Bu kapsam sadece halka saldırıyı ve azgın bir faşist terörü içermemiş, aynı zamanda “NATO ve CENTO’ya bağlılığı”nı yenileyerek, içte ve dışta devletin üzerinde yükseldiği kolonları güçlendirmiştir. Sadece işçi sınıfı ve emekçi halkın yükselen sınıf mücadelesini bastırmayı değil bütün toplumu değiştirmeyi, kışla düzeni altında sadece “an”ı değil geleceği de şekillendirmeyi amaçlamıştır.
Dönemin ABD yetkililerinin deyimiyle “bizim çocuklar başardı” denilerek sevinçle karşıladığı faşist darbeyle yarım milyondan fazla kişi gözaltına alınıp işkenceden geçirildi. 100 bin kişi “örgüt üyesi” olma suçundan yargılandı, 7 binden fazla kişi için de idam cezası istendi. 517 kişinin “ölüm cezasına” çarptırıldığı süreçte, 51 kişi idam edildi. Sayısı bilinmeyen onlarca kişi işkence tezgahlarında katledildi. On binlerce kişi işinden çıkarıldı. Yetmedi vatandaşlıktan atıldı. Bütün bu rakamlar, istatistiki birer veri olmakla birlikte coğrafyamızda ilerici devrimci bütün dinamikleri bastırmak, sınıf mücadelesinin diyalektik gelişimi içinde bilinçlenmiş geniş halk kitlelerini Kemalizm, İslamcılık, ırkçılık, şovenizmle vb. zehirlemek için bütün yol ve yöntemler kullanılmıştır.
Kısaca toplumun bütün ilerici dinamiklerini önce sivil faşist terörle, ardından “ordu yönetime el koydu” denilerek “resmi” faşist terörle zaptı rapt altına alma işlevi gerçekleştirilmiştir. 12 Eylül faşist darbesinin amacı sadece coğrafyamızda işçi sınıfının ve emekçi halkın yükselen devrimci mücadelesi değildi. Bu hedefi de kapsayan bir şekilde, dönemin emperyalist sermayesinin uluslararası işbölümünü yeniden düzenlemek için devreye soktuğu politikaların Türkiye gibi emperyalist sermayeye bağımlı toplumsal formasyona sahip ülkelerde hayata geçirilmesi vardı.
12 Eylül darbesinin lideri faşist Kenan Evren’in çokça kullandığı kelimeyle “nitekim”; bu amaçla gerçekleştirilen darbe, günümüzde yaşananlarla birlikte değerlendirildiğinde özellikle Türkiye kapitalizminin emperyalist sermayenin yeni uluslararası işbölümüne göre yeniden şekillendirmekle kalmamış, bu üretim biçimine uygun olarak toplumsal yapıyı da değişime uğratmıştır.
İşçi sınıfının ve emekçi halkın sınıf mücadelesi içinde yükselen devrimci mücadelesini önemli oranda geriletmiş ancak tümden tasfiye edememiştir. Yeni sürece uygun olarak coğrafyamız sınıf mücadelesi pratiği içinde ulusal sorun, ataerkil sistem, ekoloji vb. belli başlı çelişmelerin gelişimine yol açmış, sınıf mücadelesi bu çelişkilerin ortaya çıkışına paralel olarak daha zengin biçim ve içeriklere bürünmüştür.
Bu anlamıyla 12 Eylül faşist darbesi sonuçları itibariyle günümüzdeki Türkiye toplumunu etkileyen, belirleyen bir yerde durmaktadır.
Bununla birlikte, çeyrek asra yaklaşan AKP iktidarının artan faşist baskıları özellikle genç kuşakta, faşizmin sadece AKP’ye özgü olduğu yanılsamasını yol açmaktadır. Bu değerlendirmede elbette kimi küçük burjuva devrimci örgütlerin “AKP polisi”, “AKP devleti” gibi sadece görünenle yetinen değerlendirmeleri de etkilidir. Oysa coğrafyamızda faşizm ve faşist devlet aygıtının varlığı Cumhuriyet rejiminin kuruluş yıllarına kadar uzanır.
Kimi sol ve hatta sosyalist çevrelerin faşizmi AKP’den ibaret değerlendiren ve esasen TC devletinin kuruluş ideolojisi olan Kemalist ideolojiyle işçi sınıfı ve emekçilerin sınıf çıkarları açısından köklü bir hesaplaşmayı içermeyen bu ideolojik tutum, kendisini, son olarak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, Kemalizm’in has temsilcisi burjuva muhalefetin adayını destekleme çağrısı ve pratiğinde de kendini açık etmiştir. Amaç AKP faşizminden kurtulmak olarak formüle edilmişti.
“AKP faşizmini” ve onu var eden zemini anlamak için 12 Eylül Askeri Faşist Darbesi’ni, bu darbenin işçi sınıfı ve ezilen halk üzerindeki etkisini ve sonuçlarını doğru değerlendirmek gerekir. Mitinglerde Kuran’dan ayetler okuyan Kenan Evren’le elinde Kuran sallayan R.T.Erdoğan arasında özde bir fark bulunmamaktadır.
Tıpkı, 12 Eylül faşist darbesinden sonra Kenan Evren’e bir mektup yazıp “Üç senelik bir iş barışı yapmak mecburiyetindeyiz” diyerek sendikal yasaların hızla değiştirilmesini isteyen ve “Komünist Parti’nin, solcu örgütlerin, Kürtlerin, Ermenilerin, birtakım politikacıların kötü niyetli teşebbüslerini devam ettirecekleri muhakkaktır, bunlara karşı uyanık olunmalı ve teşebbüsleri mutlaka engellenmelidir. Emrinize amadeyim” diyen Vehbi Koç ile eli cebinde R. T. Erdoğan ile sohbet eden Ali Koç arasındaki fark gibi.
Bugün “İslamcı faşizm”den kurtuluş yolu olarak yeniden Atatürkçülüğü önerenlere ise 12 Eylül zindanlarında Atatürkçülüğün bir ders olarak okutulduğunu hatırlatmak gerekir! Kısaca bugünü anlamak için geçmişi unutmamak, İslamcısı ve Kemalist’inin hakim sınıfların çıkarları sözkonusu olduğunda emre amade olduğu unutulmamalıdır.