11 Eylül bundan 47 yıl önce Şili’de demokratik yollara iktidara gelmiş olan Sosyalist Başkan Allende ve Hükümetine karşı CIA tarafından organize edilmiş ve faşist General Pinochet öncülüğündeki Cunta tarafından yapılan kanlı darbenin yıldönümü.
12 Eylül ise, yine CIA tarafından organize edilmiş olan, yerli büyük sermaye tarafından da desteklenen ve faşist General Kenan Evren öncülüğündeki Cunta tarafından gerçekleştirilen 12 Eylül 1980 askeri darbesinin 40. Yıldönümü.
12 yılda 15 darbe
Bu darbelerle birlikte 1973-1985 tarihleri arasında başta Latin Amerika olmak üzere Uzak Doğu ve Orta Doğu coğrafyasında 15 civarında askeri darbe gerçekleşti. Ardından askeri diktatörlükler iş başına geldiler.
Bu darbelerin neden olduğu insani kayıplar, sosyal kayıplar ve ekonomik kayıplar ve nedenleri üzerine şu ana kadar çok şey yazıldı (bunlardan biri de tarafımca yazılmış olan “12 Eylül Askeri Diktatörlüğünü Ekonomi Politiği” adlı bir kitapçık. Bu çalışma Memleket Siyaset Yönetim Dergisi’nin 2011 /15 sayısında aynı adla yayımlandı).
Yazıya bu darbeleri bir başka bağlamda ele alan bir kitaptan (1) bazı alıntılar yaparak başlayacağım.
Ulusal kalkınma stratejisine karşı askeri darbeler
Kitabın yazarı J. Hickel’in bu darbelere ilişkin temel çözümlemesi şöyle özetlenebilir: Bu darbelerin yapıldığı ülkelerde sömürgecilik sonrası döneme denk düşen ulusal kalkınmacı strateji ve politikaların uygulanması ABD emperyalizmine ve batıya büyük rahatsızlık verdiğinden batı bu darbeleri organize etti ya da kışkırtmıştır.
Buna göre; İkinci Dünya Savaşı sonrasına denk düşen sömürgecilik sonrası dönemde Afrika (özellikle de Gana ve Mısır ) bir tür Afrika sosyalizmini denerken, Hindistan ve Doğu Asya’da benzer uygulamalar görüldü, buralarda bebek sanayiler kuruldu. Bunlar batılı ülkelere karşı yüksek gümrük tarifeleri uyguluyor, yabancı sermaye kontrolü yapıyor ve yabancıların özel mülkiyeti edinmesini kısıtlıyordu.
1960-1970’leri kapsayan bu “kalkınmacı dönemde” azgelişmiş ekonomiler yılda ortalama yüzde 3,2 oranında büyüdüler. Bu, sanayi devrimi döneminde batı ekonomilerinin büyüme hızlarının 2-3 katı ve sömürgecilik döneminin sömürge ekonomilerinin büyüme hızının ise 6 katından fazlaydı.
Böylece gelir ve servet uçurumu azaldı. Öyle ki Latin Amerika’da en zengin yüzde 20 ile en yoksul yüzde 20 arasındaki servet farkı yüzde 22 oranında azaldı, toplumsal refah arttı.
1960 yılında ABD’de ortalama kişi başı gelir Doğu Asya’dakinden 13,6 kat fazlayken, bu oran 1970’lerin sonlarında 10,1 kata geriledi (yüzde 26 düzelme yaşandı). Güneyin yükselişi aynı zamanda Birleşmiş Milletler nezdinde UNCTAD’ın kurulmasıyla sonuçlandı.
Musaddık, Sukarno, Allende…
Yazara göre, bu gelişmeler batı ve ABD için tehlike arz ediyor ve darbeler çağının da önünü açıyordu. Öyle ki 1953 yılında ABD’de Eisenhower Başkan olduğunda, “kalkınmacılığı komünizme açılan yol olarak” niteleyip lanetlemişti. Bu tutum darbeler dönemini başlattı. İlk hedef İran ve Musaddık oldu. CIA darbesiyle Musaddık devrildi ve yerine Şah Pehlevi getirildi.
Guatemala’dan Brezilya’ya kadar birçok Latin Amerika ülkesinde United Fruit Company gibi büyük Amerikan şirketlerine toprak, arazi gibi imkân ve imtiyazlar sunan yerli diktatörler korunurken, kalkınmacı paradigmaya yönelenler birer birer devrildiler.
Guyana’da, o ana kadar seçilmiş ilk Marksist devlet başkanı 1953 yılında Britanya tarafından devrildi. Küba’daki 1961 yılında Castro’ya karşı yapılan Domuzlar Körfezi çıkartması ise başarısız kaldı.
Endonezya’da CIA, IMF politikalarına karşı çıkan ve yoksullardan yana yeniden bölüşüm programlarını başlatan Sukarno’yu devirmeyi amaçlayan General Suharto’ya destek verdi. ABD askeri destek ve istihbarat desteği sundu. Suharto böylece 1965 yılında yüzyılın en kanlı iç savaşını başlatarak 500 bin ila 1 milyon arasında Sukarno taraftarını katletti. 1967’de Suharto kontrolü tamamen ele geçirdi.
1966 yılında Gana devlet başkanı bir askeri darbe ile devrildi ve ekonomi IMF ve Dünya Bankası’na teslim edildi.
Bu arada, 1940-1950’lerde ABD’de gelir vergisi oranları yüzde 90’a yaklaşmıştı. Bu dönem söylenenin aksine en yüksek büyüme oranlarının da elde edildiği, aynı zamanda reel ücretlerin yüksek, sendikalaşma oranının yüzde 35’leri aşarak tarihsel zirve yaptığı bir dönemdir.
Hayek ve Friedman devrede: Neo-liberalizm
Bu gelişmeler sonucunda gelir ve servetten aldığı paylar göreli olarak azalan sermaye sahibi seçkinler çareyi Hayek ve Friedman’a sığınmakta buldular. Bu iki sağcı 1947 yılında diğer sağcı entellektüeller ve politikacılarla birlikte Mont Pelerin Topluluğunu kurdu.
Friedman’a göre, enflasyon ve işsizliğin nedeni piyasaların gerçekten serbest olmamasıydı. Bu nedenle de devlet müdahaleciliğine son verilmeliydi. Ancak serbest piyasaları sadece ekonominin yasalarıyla değil, demokrasi ve özgürlük değerleriyle ilişkilendirdiğinden Friedman’ın fikirleri oldukça güçlü bir görünümdeydi (örneğin Kapitalizm ve Özgürlük adlı kitabı).
Friedmancılara göre sadece Keynesyenler değil, komünistler, sosyal demokratlar ve Güney’deki kalkınmacılar da ulusun düşmanıydılar. Bu iki sağcı akademisyen fiyat kontrollerine, asgari ücret yasalarına ve yoksullara verilen sübvansiyonlara karşıydılar.
1929’da patlak veren Büyük Depresyon’la birlikte etkisini yitiren klasik liberalizmi yeniden canlandıran bu iki akademisyenin öncülüğünü yaptığı bu ideolojinin adı neo-liberalizm oldu. Neo liberaller, emekçilere verilen sübvansiyon ve diğer devlet desteklerine karşı iken, zenginleri ve büyük şirketleri koruyan düzenlemelerden ve teşviklerden yanaydılar. Şikago Okulu ise sağcıların 1970’lerdeki mabedi idi.
Şili: neo-liberalizmin ilk denek’i
Şili uygulamaları neo-liberalizmin ilk uygulamalarıdır. Neo liberal uygulamalar asgari ücret yasasını çıkartan, ekmeğin fiyatını düşüren, ücretsiz öğrenci yemeği veren, düşük gelirlilere konut imkânı sunan, işçi sınıfının kamusal ulaştırmadan daha fazla yararlanmasına imkân veren, bakır madenlerini kamulaştıran, köylülere yeniden toprak dağıtan, sömürgeci Latifundia sistemine son veren Allende Hükümetine karşı CIA destekli Pinochet darbesi ve askeri diktatörlüğünün ardındaki ekonomik ve sosyal program olarak hayata geçirildi.
Darbecilere Britanya yapımı savaş uçakları da Başkanlık sarayını bombalamak suretiyle destek verdi. Darbe ile birlikte CIA’nın fonladığı bir grup Şilili ekonomist (Şikago Üniversitesi Mezunları- Şikago Çocukları diye bilinirler) yeni rejimin ekonomik programını oluşturmakla görevlendirildiler. Bunların rehberi ise Friedman’ın Kapitalizm ve
Özgürlük adlı kitabıydı.
Programın ilk etkileri enflasyonun yüzde 341’e, ekonominin resesyona ve işsizliğin yüzde 19’a yükselmesiyle görüldü. Sonraki yıllarda devasa bir özelleştirme başlatıldı. 500’den fazla kamu işletmesi (bankalar dâhil) özelleştirilerek satıldı. Okullar ve sosyal güvenlik sistemi özelleştirildi, tarifeler kaldırıldı, fiyat kontrollerine ve gıda sübvansiyonlarına son verildi. Sosyal hizmetler için bütçeden ayrılan pay yarıya düşürülürken, ordunun payı artırıldı.
Türkiye: 12 Eylül 1980 askeri darbesi
12 Eylül tarihi ise şu ana kadar Türkiye’de yapılmış en kanlı darbenin 40. Yılında olduğumuzu bize anımsatıyor. 12 Eylül 1980 tarihinde yapılan askeri darbe ülkenin son 40 yılını da belirlediği gibi, birçok yönüyle belirlemeye de devam ediyor.
Darbelerin ekonomik ve politik nedenleri
Öncelikle, yukarıda yer verilen kalkınmacı perspektiften darbe değerlendirmesi biçiminde özetleyebileceğimiz yaklaşıma tekrar dönelim.
Bu yaklaşıma göre; sömürgecilik sonrası dönem olan 1960 sonrası yıllarda iktidara gelen bazı ulusal kalkınmacı yönetimler, emperyalist ülkelerin çıkarlarına ters düşen strateji ve politikalar izlemeye başladıkları için, başta ABD olmak üzere diğer emperyalist devletler tarafından düşman olarak ilan edildiler ve bu yüzden de CIA destekli askeri darbelerle devrildiler.
Bu noktada şu gerçeğin altını çizmek gerekiyor: 1960 sonrası özellikle Latin Amerika ve Türkiye’deki darbelerde ABD emperyalizminin ve NATO’nun payı çok büyük olduğu çok açık. Çünkü (ekonomik-parasal ilişkiler bir yana) darbeciler ve temsil ettiği ordular doğrudan Pentagon ve NATO ile ilişkiliydiler ve bu yapı ile birlikte ülkedeki oligarşinin bir parçasını oluşturuyorlardı.
Buna rağmen tüm darbeleri sadece ülke yönetimlerinin emperyalizmle dönemsel olarak ters düşmesi ya da çatışması ile açıklamak doğru değil. Çünkü darbelere neden olan diğer bazı (daha ziyade içsel) ekonomik ve politik faktörler söz konusu. Bunların başında kuşkusuz ciddi ekonomik ve politik krizler geliyor.
Örnek vermek gerekirse, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesinde bu iki faktörün ikisi de etkili olmuşken, 15 Temmuz Darbe Girişimi ve ardından 20 Temmuz OHAL ile gelen ve genelde sivil darbe olarak da nitelendirilen rejimde ekonomik faktörlerden ziyade politik kriz etkili oldu.
12 Eylül 1980 darbesine giden süreç: Ekonomik ve politik kriz
Hatırlayalım: 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasındaki askeri yönetim döneminde resmi kayıtlara göre 650 bin kişi gözaltına alındı, 230 bin kişi askeri mahkemelerde yargılandı. Bu dönemde, 1 milyon 683 kişi fişlenirken, binlerce kamu görevlisi 1402 Sayılı Kanun gereğince kamu görevinden mahrum edildi. Tespit edilebilen, gözaltında ya da hapishanelerde, işkence vb. yöntemlerle ölen sayısı 229 oldu. 700 kişinin idamı istendi ve bunlardan 50’si (17 ‘si siyasi hükümlü olmak üzere) idam edildi (2).
12 Eylül askeri darbesi öncesinde dünya kapitalizmi uzun süren bir iktisadi durgunluk, Türkiye ekonomisi ise derin bir iktisadi ve politik kriz içindeydi. Türkiye’nin krizi aslında 1962’den itibaren uygulamakta olan kapitalist ithal ikameci büyüme modelinin (en azından Türkiye’deki kısıtlı biçiminin), bir kriziydi ve kendisini döviz krizi biçiminde gösteriyordu.
Yani ağırlıklı olarak iç pazara, dolayısıyla belli düzeyde satın alma gücünü garantileyen göreli olarak yüksek işçi ve memur ücretlerine dayalı ithal ikameci birikim ve büyüme stratejisi 1970’lerin ortalarından itibaren hem içsel, hem de dışsal ekonomik nedenlerden dolayı krize girdi.
Dış pazara bağımlı büyüme modeli
Sermaye birikim rejimini bu krizden çıkartmak ancak yeni bir birikim rejimi ile mümkün olabilirdi. Bu artık, iç pazara değil, kapitalist küreselleşmeye paralel olarak, dış pazara dayanan bir model olmak durumundaydı. Bu modelin ekonomi-politik temelini ise rekabetçi işçi ücretleri (yani düşük ücretler), işçi sınıfının örgütlerinin dağıtılması ve genel olarak hak ve özgürlüklerin ortadan kaldırılması oluşturuyordu.
Krizden çıkış için öncelikle, 24 Ocak 1980 Kararları adı altında IMF-Dünya Bankası kaynaklı istikrar tedbirleri ve Yapısal Uyum Programları uygulandı. Bu kararlar Türkiye’yi hızla küreselleşen kapitalizme -emperyalizme yeni ve daha sağlam bir biçimde eklemlemeyi hedefleyen kararlardı.
Askeri diktatörlük: 24 Ocak kararlarının arkasındaki güç
Bu kararların hayata geçirilebilmesi için (aksak işlese de) mevcut parlamenter demokratik rejimin ortadan kaldırılması gerekiyordu. Çünkü ülkede işçi sınıfı hareketi ve sendikalar güçlenmiş, başta üniversite gençliği olmak üzere, toplumsal muhalefet ayağa kalkmıştı. On binlerce işçi grevdeydi. Sermaye sınıfı açısından işçi ve emekçilerin haklarını, ekonomik ve politik örgütlerini ortadan kaldıracak bir açık diktatörlüğe ihtiyaç vardı. Bu ihtiyacı 12 Eylül Askeri Darbesi ile kurulan askeri diktatörlük karşıladı.
Bu süreçte, bu kararlara ve bu kararları uygulayan askeri ve sivil yönetimlere uluslararası sermaye, emperyalist devletler, IMF, Dünya Bankası ve OECD gibi uluslararası kuruluşlar da destek verdiler. Kârlar artırıldı, ücretler düşürüldü, halk yoksullaştı
24 Ocak Kararları ve 12 Eylül Askeri Diktatörlüğünün sonucunda; Türkiye ekonomisinin makroekonomik performansı artırıldı; yerli ve uluslararası sermayenin kârlılığı restore edildi ve ekonomi yeniden dış borç geri ödemesi yapabilir hale getirildi. Bunun faturası ise (açık diktatörlük şartlarında) işçi ve emekçi sınıflara ödettirildi. İşçilerin reel ücretleri ve köylülerin gelirleri düştü, gelir dağılımı daha da bozuldu. Düşük ücret, yüksek reel faiz, zamlar ve devalüasyonlar ile halk daha da yoksullaştırıldığı gibi, ekonomik ve demokratik haklarından mahrum bırakılarak askeri diktatörlük altında ağır bir zulme uğratıldı (3).
Darbeden bu yana geçen 40 yıl boyunca Türkiye neo-liberal politikalara teslim edilerek bir bütün olarak hızla dönüştürüldü, özelleştirmeler ve serbestleştirme politikalarıyla ekonomi küresel kapitalizme ve emperyalizme daha da bağımlı hale getirildi, kalkınma ve sanayileşme çabalarından vazgeçildi.
İktidar ortaklarının çatışması ve 15 Temmuz 2016 darbe girişimi
12 Eylül askeri darbesinden sonra da ülkede post modern darbeler gerçekleşti. Bunların en sonuncusu bir kalkışma ya da ‘15 Temmuz 2016 Başarısız Darbe Girişimi’ olarak tarihe geçti. Ancak, bazıları tarafından ‘kontrollü bir darbe’ olarak datanımlanan bu girişim, 12 Eylül 1980 darbesi öncesindeki gibi ekonomik kriz koşullarının yol açtığı bir darbe değildi.
Çünkü darbe öncesi yıla göre, darbe yılının ilk 6 ayında borsa yüzde 15 yükselmiş, yabancı sermaye girişleri son yılların en yüksek seviyesine ulaşmış ve 10 yıllık devlet tahvillerinin faizleri de geçen yıllara göre düşmüştü.
Kısaca 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardındaki faktör ekonomik krizden ziyade politik krizdi. Bu krizin bir ayağı 2013 yılından o yana iyice belirginleşen FETÖ-AKP çatışmasıydı. Diğer ayağı ise Orta Doğu’da Türkiye’nin de parçası haline geldiği savaşla birlikte iyice karmaşık bir hal alan Kürt Sorunuydu. Öyle ki 2015 yılında çatışmasızlık sürecine son verip savaş konseptine geri dönüşü sağlayan bir üst akıl darbe mekaniğini de harekete geçirdi.
OHAL rejimi ve KHK’lar
Darbe girişiminden sadece 5 gün sonra ilan edilen OHAL ve devreye sokulan KHK’ler neo-liberal, neo-popülist ve neo-otoriter bir rejimin kurulmasının ilk adımları oldu. Geçen 4 yıl boyunca parlamenter rejim ortadan kaldırılıp, güç ve iktidarın tek elde toplanmasına izin veren bir Türk Tipi Başkanlık Sistemi kuruldu.
OHAL döneminin yol açtığı çok ağır insani, sosyal, siyasal ve ekonomik maliyetleri görebilmek içinse çarpıcı bir yazıya bakmak (4) ve geniş çaplı bir araştırmaya dayalı olarak hazırlanan 993 sayfalık raporu incelemek yeterli olur (5).
Diğer yandan kurulan bu “yeni” rejim altında da politik kriz atlatılamadığı gibi, ekonomi derin bir krize sürüklendi. Öyle ki 2016 yılı ekonomik olarak “kayıp yıl” kabul edilirken, 2017 yılında, biraz yeni büyüme hesaplama yönteminin etkisi, biraz da Kredi Garanti Fonu’nun devasa boyutlara ulaşan kredileriyle ekonomi hormonlu bir biçimde büyütüldü.
Ancak, 2018 yılından itibaren ekonomi sert biçimde yavaşladı ve tüm parasal ve reel göstergelerin de yansıttığı gibi krize girdi. Yani bu kez politik kriz ekonomik krizi tetikledi.
Sonuç: 12 Eylül devam ediyor
2020 yılına gelindiğinde ise, Korona Salgının da etkisiyle Türkiye ekonomisinde tam bir çöküş gerçekleşti. Haziran ayındaki erken açılmayla birlikte kontrolden çıkan salgının yanı sıra, reel ekonomi hem arz, hem de talep yönlü olarak derin bir krizin içine girdi. Ülke tarihinde ilk kez geniş tanımlı işsizlik yüzde 50’nin üzerine (17,2 milyon) çıkarken, yoksulluk hızla arttı.
Yükselen militarizm paralelinde artırılan savaş harcamaları ve gelir eşitsizlikleri bu süreci daha da kötüleştirirken, devlet bu kez sürdürülemez düzeylere doğru giden bütçe ve Hazine açıkları ve borçlanmalarla mali bir krizin içine sürüklendi. Bunun sonucunda rejim giderek daha da otoriter bir karaktere bürünmeye başladı.
Özetle 12 Eylül 1980’de başlayan süreç hala devam ediyor. Bunu durdurup tersine çevirecek bir toplumsal güç ve bir demokratik politik irade ortaya çıkana kadar da devam edecek gibi görünüyor.
Anahtar sözcükler: 12 Eylül, Askeri darbe, Askeri diktatörlük OHAL, Ekonomik kriz, Politik kriz, Sermaye birikimi rejimi.
Dip notlar:
(1) Jason Hickel, The Divide-A brief Guide to Global Inequality and Its Solutions, Windmill Books, 2017, s. 112-133.
(2) Mustafa Durmuş, “12 Eylül Askeri Darbesinin Ekonomi Politiği”, Memleket Siyaset Yönetim Dergisi, 2011/15, s. 95-139.
(3) Agm.
(4) Nejla Kurul, “KHK’lilerin yası tutulabilir mi?”, <https://www.gazeteduvar.com.tr> (20 Temmuz 2019).
(5) Mağdurlar İçin Adalet Topluluğu, İkinci Yılında OHAL’in Toplumsal Maliyetleri Araştırma Raporu (Ocak 2019).