“Bir an durup düşündüğümüzde, hayatın içinden alınmış her öykünün hikâye anlatıcısı için hikâyenin sonuyla başladığını görürüz,” diyor John Berger, Gabriel García Márguez’le ilgili “Ölümün Kâtibi Yazılanı Okur’ başlıklı yazısında. Yazı, Berger’in Manzaralar (Metis Yayınları) adlı kitabında yer alıyor. “Hepsi değilse bile hikâyelerin çoğu ana kahramanın ölümüyle başlar. Bu anlamda hikâye anlatıcılarına ölümün kâtibi denebilir. Onlara dosyaları ölüm verir.”
Bu sözler daha çok Márguez’in ünlü yapıtı Kırmızı Pazartesi’ye ilişkin, Kırmızı Pazartesi Santiago Nasar’ın herkesçe bilinen ve beklenen ölümüyle başlar.
Öte yandan, yazarın, anlatıcının zihninde kurgunun en azından bazı metinlerde (hepsi diyemem) sondan başladığı doğrudur. Bazı metinler değişik sonlar yaratabilirler. Çünkü metinle yazar arasında sıkı bir didişme vardır hep. Metne son nokta konulduğunda yazarın galebe çaldığı söylenemez. Daha çok yazarla kurgulanan dünyayı temsil eden metin arasında bir uzlaşmadan söz edilebilir.
Ben de Güzel Ölümün Öyküsü romanına, öykünün kahramanı Emenike’nin ölümüyle başlamıştım. Roman aslında ölümle başlamıyordu. Emenike sokaktaydı, bulanmış zihni, açlığıyla soğuk betonun üzerinde, olabildiğince kanlı canlıydı. Hatta öylesine kanlı canlıydı ki, romanı yazarken defalarca onunla karşılaşmıştım. Bir apartman kapısının önünde battaniyeye sarınmış uyurken ya da bir vitrine iştahtan çok tehdit (parası olup da yemek yiyebilenler ve garsonlar için) çağrıştıran bir bakışla gözlerini dikmişken karşılaşmış, “İşte” demiştim “sen Emenike’sin, Merhaba Emenike, beni tanımıyorsun, ama ben seni çok iyi tanıyorum, ben senin katilinim.” Yazar yarattığı kahramanı ne kadar tanıyabilir? Bu soruyu buraya bırakıp geçeyim. Çünkü sanıldığı gibi sessiz ve dilsiz değildir onlar.
Neyse, zihnimde her şey tıpkı Berger’in söylediği gibi ölümle başlamıştı. Ben Emenike’nin hayatının değil, ölümünün kâtibiydim. Karar böyle olunca kolları sıvadım. Emenike’nin bütün yollarını tıkadım, açmaya çalıştığı ya da açılacağını sandığı bütün kapıları kapadım, sonunu acımasızca, soğukkanlılıkla ince ince ördüm. Umutsuz tutkular sardım başına. Emenike ölecekti. Başka yolu yoktu.
Aradan epey bir zaman geçti bu kitap çıkalı, Berger’in yazısını okuyunca Emenike’yi neden öldürdüğümü düşündüm. Acaba onu hayatta tutmanın bir yolu yok muydu? Bunu daha önce kitapla ilgili bir eleştiri yazısı üzerine de düşünmüş sonra unutmuştum. Yine, bu kez uzun uzun düşündüm. Emenike yaşayamaz mıydı? Mutluluk demeye dilim varmasa da, az çok hepimizin yaşadığı gibi bir hayatı olamaz mıydı?
Mesela kitabın diğer kahramanı Kral’ın nefret ettiği ama kitapta iki mahallede sürekli karşılaştığı Kürtlerle ilişki kurup, (ona anlamadığı bir dilde konuşarak börek veren bir kadın bile vardı) hayatına başka bir yol çizebilir miydi? Solcu olsaydı, en azından başka bir dünyanın farkına varsaydı. İyi biriyle karşılaşsaydı o kişi onun başka bir hayat kurmasına yardımcı olsaydı mesela ki en küçümsediğim seçenek de buydu.
Bütün bunları yapmadım. Çünkü benim kurgumda bireysel kurtuluş yoktu. Sokakta yaşayan, yaşamak zorunda kalan çocuklar için yaratılabilecek kolay, kısa ya da orta vadeli bir çözümün yanından bile geçmek istemiyordum. Devlet kurumlarının hepsini tıpkı Emenike ve Kral gibi ateşe vermek, o iyi insanları ve iyilik lafını da toptan defetmek istiyordum. Kanımca Emenike ancak bir devrimle kurtulabilirdi. Ve o devrim bu büyük felaket karşısında ancak küçük bir başlangıç, bir ümit ışığı olabilirdi.
Hikayede iki taraf vardır, anlatan ve dinleyen, dinleyiciler olmazsa hikâye de olmaz. Beni dinleyenlerin iyiliklerden, çorba vermelerden, bere, eldiven, kaban almalardan falan medet ummalarını istemiyordum. Hatta düşmanca bir tutum içindeydim bu iyilikseverlere karşı ki kendimi de bu muteber olmayan kesime dahil edebilirim. İnkâr etmiyorum, kim bilir kaç çocuğu kısa bir süre için olsa da ısıtmıştır o kabanlar, çünkü bir daha karşılaştığınızda üstünde o kabanı göremezsiniz. Yine de birkaç saat bile kıymetli değil miydi? Değildi.
Bu düşmanca tutumu savunacak değilim ama hepimiz batmalıydık Emenike’yle birlikte. Bere, kaban almakla, para vermekle, yemek yedirmekle kurtulamayacağımızı bilmeliydik. Onlar orada, biz burada olduğumuz için ölesiye acı çekmeliydik. Bunun için Emenike kurban edilmeliydi. Direndi kendince garibim ama ben onu öldürmeyi kafama koymuştum bir kez.
Emenike tek başına kurtulamazdı, o insanlık dışı bir durumun, düzenin yarattığı bir felaketin öznesiydi. Onun kurtuluşu diğerlerinin kurtuluşuna engel olurdu. Buna izin veremezdim. Beni dinleyenlere devrim lafını etsem inanmazlardı, inanmayacaklarını biliyordum. O zaman öykü de olmazdı.
En önemlisi hikâye bir zamanda ve mekânda anlatılıyordu. O zamanın hayal ettirdikleriyle, elverdikleriyle… Toptan bir değişim dönüşüm hayali ete kemiğe bürünüp zamana damgasını vuramadığı için Emenike’yi öldürmekten başka çarem yoktu. Romanı yazarken de düşünmüştüm, eğer daha güçlü bir yazar olsaydım, bu hakikate galebe çalacak başka bir hakikat yaratabilir onu masalla, yalanla beni dinleyenlere savunabilir miydim, diye. Belki o zaman Emenike yaşardı. Ama yapamadım. Bu yüzden Emenike’yi öldürdüm.
Roman yayınlandıktan sonra Emenike ile hiç karşılaşmadım. Halbuki bütün öykülerimin, romanlarımın kahramanlarıyla hâlâ sık sık karşılaşıyorum; yarım adam, hiçbir ses çıkarmadan miyavlayan kedi, paran var mı, çiçekçi Çingene hepsi de ölü olmalarına rağmen bulundukları yerlerdeler. Ama Emenike yok. Emenike’yi öyle kesin, öyle mutlak biçimde öldürmüşüm ki, artık görmüyorum.
Belki bir gün sokakta yaşayan çocuklar için yine bir öykü yazarım, zaman değişir, ben Emenike’leri yaşatacak gücü kendimde bulurum. Emenike’lerin örgütlendiği, dünyayı ateşe vermek yerine değiştirdiği bir öykü. Dinleyenlerin inanacağı çünkü inanmak isteyeceği bir öykü. Emenike ile yeniden karşılaşırız, bu utanmayacağım bir karşılaşma olur, karşılıklı oturup çay içerken neleri yıkıp, neleri baştan sona yeniden kuracağımıza ince ince kafa yorarız.