Geçen haftalarda Gazete Duvar’da yayınlanan Mücahit Bilici ve Sharo Garip imzalı iki yazı, Kürt siyasi hareketinin özellikle Türk-iye solu ile olan ilişkisini odağa alarak bir eleştiri getiriyordu. Mücahit Bilici bu eleştiriyi “evrenselci ideolojiler” olarak tanımladığı İslamcılık ve solculuğun Kürtlerin kendi ihtiyaç ve gündemlerinin önüne geçmesi üzerinden kurarken; Sharo Garip HDP örneğinden hareketle Kürtlerin temsil hakkının “Türk solu” tarafından gasp edildiğini iddia ediyordu. İki yazının da uzunluğunu düşündüğümüzde bu köşe yazısı üzerinden cevap vermek elbette zor fakat her iki yazıdan hareketle birkaç temel noktaya dikkat çekmek istiyorum.
Öncelikle her iki yazıda da yekpare bir Türk solu varsayımı ile hareket edildiğini görmek mümkün fakat en aşağı 1960’lardan itibaren Türkiye’de son derece fragmente bir sol hareketler deneyimi olduğunu, bu hareketlerin başta Kürtlerin özgürlük meselesi olmak üzere Türkiye’deki birçok toplumsal meseleye bambaşka perspektiflerle yaklaştığını teslim etmek gerekiyor. Zira “Türk solu” denilerek hızlıca homojen bir kimliğe indirgenen bu hareketlerin Kürt meselesine bakışlarındaki devasa farklılaşmaların da üzeri örtülmüş olunuyor. Kürt siyasal hareketi ile sol hareketler arasındaki ilişkinin tarihsel seyrini donduran, hep aynı kalmış (“Kemalist sol”) gibi varsayan, bu hareketlerin çeşitliliğini ve zamanla farklılaşmasını görmeyen son derece özcü bir yaklaşım benimsenmiş durumda. Oysaki en azından Kürt siyasal hareketi açısından temeli 70’lerde atılan, 90’ların ortalarından itibaren seçim ittifakları etrafında kurulan, 2011’de Halkların Demokratik Kongresi’yle beraber daha kalıcı ve stratejik bir ortaklığa evrilen ve nihayetinde HDP ile birlikte siyasal temsile dayalı bir siyasal muhalefet cephesine dönüşen sürecin dinamik yapısını görmeyen, bütün sol hareketleri neredeyse pejoratif bir çağrışım kümesiyle kurulan “Türk solu” gibi ifadelerle aynılaştıran bu yaklaşımın en az Kürtleri “feodal-gerici” ezberinde donduran egemen yaklaşım kadar özcülükle malul olduğunu görmek gerekir.
Kürt siyasal hareketinin Türkiye’deki devrimci sol-sosyalist hareketlerle kurduğu ilişkiyi sürekli bir araçsallık ve kamburluk kipi üzerinden ele alan, bu ilişkideki stratejik ortaklık vurgusunu önemsizleştiren, farklı sol-sosyalist hareketlerle kurulan bileşen hukukunu “sol kayyum” gibi tamamen iktidarın dilsel gramerinden devşirilmiş bir ifadeyle yargılayan bir yaklaşım bugün Kürtlerle beraber toplumsal muhalefeti örgütleyen bir avuç devrimciye yapılabilecek en ağır harekettir.
Yazılara dair ikinci temel sorun ise aynen “Türk solu” gibi bir genellemeyle sol hareketlere atfedilen özcü yaklaşımın benzer şekilde Kürtler için de yeniden üretiliyor oluşu. Kürtlüğü saf bir etnik çıplaklığa indirgeyen, onu yekpare bir homojenlik içerisinde tahayyül eden ve diğer bütün kimliksel aidiyet bileşenlerini (sol, din, emek, feminizm vb) talileştiren bu yaklaşımda “Kürtlük” kendinden menkul bir gerçeklik, diğer aidiyetler ise bu kendiliğe dayatılan olumsuz kipler olarak konumlandırılmakta. Burada Kürtleri yekpare bir biçimde aynı mağduriyet deneyimine, aynı kimlik imtiyazlarına ya da aynı duygulanım çerçevelerine sahipmiş gibi ele alan, Kürtlüğün kendisini son derece özcü bir yerden kuran bir yanılsamayla karşı karşıyayız. Oysa ki kimlik sadece saf bir etnik, dinsel veya dilsel ortaklığa dayanılarak değil tam aksine farklı aidiyetlerin belirli bir zamandaki belirli bir konfigürasyonu etrafında inşa edilen, “olan” değil “olmakta olan” bir şeydir.
Özellikle Sharo Garip’in yazısında dikkatimi çeken bir diğer nokta da son zamanlarda milliyetçiliği tahkim etmenin, ona gerçekte olmayan olumsallıklar atfetmenin bir aracı olarak post-kolonyal teorinin işe koşulması meselesi. Örneğin sömürgecilik tartışmasında şaşmaz bir biçimde konuya buyur edilen Fanon’un sadece sömürgeciye yönelik belirlemelerinden hareket eden, oysaki Fanon’un yazdığı bütün metinlerin ana temasını oluşturan sömürgenin içsel çelişkileri, toplumsal hiyerarşileri ve sosyal eşitsizliklerine dair tespitleri adeta bir sessizlik kontratı ile görmezden gelinmektedir. Burada adeta İslamcı tayfanın 90’lardan itibaren dört elle sarıldığı post-modern yapısöküm çerçevelerini moderniteye, emperyalizme, pozitivist hükümranlığa uygulayarak “meta anlatıları” yerinden etmeye çalışırken, hemen akabinde İslam’ın kendisini bir “meta anlatı” olarak yeniden topluma dayatmasına benzer bir arzunun olduğunu görmek gerekir. Kürtlük olarak kurduğu yekpare bütünlük içerisindeki Sünni egemen anlatıyı milliyetçilik hatırına sümen altı eden bir yaklaşımın post kolonyal teoriyi eksiğine bozdurmaktan başka bir şansı olmayacaktır elbet.