İlham Bakır
Keskin bir kahve kokusuyla uyandım daldığım derin uykudan. En son ve ilk kez on iki yıl önce duymuştum bu kokuyu. İnsanın sadece bir defa duyduğu kokuyu bunca yıldan sonra hatırlaması ne garip bir şeydi. Kahvenin damağımda dolaşan acı tadı uykumda birkaç küçük gedik daha açtı. Gözlerimi aralamaya, nerede olduğumu anlamaya çalıştım. Başım yanımdaki adamın omzuna yaslanmıştı. Elim, ranza demirini aradı. Ranza demirinin tanıdık soğukluğunu…
Başımı yasladığım omuzun üzerindeki gözlerinin bana bakan şefkati ne kadar da çok babamınkilere benziyordu. Rüya görüyor olmalıydım yine. Hiç kımıldamadan öylesine bana bakıyordu adam. Babamınkiler gibi derin, sıcak, koruyan… Gözleri… Babamın… Kaç defa görmüştüm bu rüyayı. Hep başkalarının gözleriyle, başkalarının suretleriyle bakardı rüyalarımda bana babam. Öldürülen arkadaşlarımın babalarının gözleriyle, suretleriyle. Sonraları oğulları, kızları öldürülmüş başka babaların suretleri de eklendi rüyamdaki babamın suretine. Gözlerindeki sıcağa uzandığımda her seferinde ellerim bir ranza demirinin soğuğunda bölünüveriyordu. Ellerimin dokunduğu soğukluğu, avuçlarımın arasında kavramaya çalıştım yılların verdiği alışkanlıkla. Soğuğu avuçlarıma sığdıramadım. Üzerinde yattığım zemin altımdan kaydı. İçime karanlık bir belirsizlik çöktü. Gözlerime siyah bir perde indi. Babamın sıcak gözleri kayboldu ıslak karanlık bir dehlizin içinde. Yıllarca gördüğüm rüyalarda babamın gözlerini kaybedince ya da karanlık bir dehlizin ıslak soğukluğuna savrulunca avuçlarımın arasında alıp sıkıca kavradığım bu soğuk demir parçasıyla nerede olduğumu belirleyebilmiştim. Şimdi dokunduğum soğukluğu avuçlarımın içine alamıyor, durduğum yeri bulamıyordum. Diğer elimi uzattım canhıraş soğuk demiri bulmak için. Elim ince bir demir parçasını kavradı. Bir demirden beklenmeyecek kadar yumuşak ve sıcaktı tuttuğum şey. Bu sıcaklığa tutunup fırladım debelendiğim karanlığın içinden. Adam, şefkatine şaşkınlık kaçmış gözlerle bana bakıyordu. Bir elimle yanımdaki koltukta oturan adamın bir parmağını sıkı sıkıya kavramıştım. Diğer elim otobüsün soğuk camında duruyordu. Ellerimi ürkekçe içime geri çektim soğuk camdan ve sıcak parmaktan.
Otobüs iki tarafı meşe ormanlarıyla kaplı derin bir vadide bir o yana bir bu yana döne döne yol alıyordu. Yola eşlik eden çayın bahar yağmurlarıyla kabarmış sularını ağzından öpen söğüt dallarının tomurcukları yeni yeni patlamaya başlamıştı. Bahar gelmişti hayata. On iki baharı ve bir sevdası eksik kalmış bir ömrün ayazına götürüyordu beni otobüs. Vadinin daha derinine indikçe söğüt dallarındaki patlayan tomurcuklar yaprağa dönüşmeye başlıyordu. Saçlarını ince bellerine kadar salmış suya giden kızları andırıyordu her bir söğüt ağacı bu haliyle.
Beline kadar inen ince simsiyah saçları vardı. Ve gözlerim, gözlerinin o buğulu mavisine değdiğinde artık bir daha hayata eskisi gibi aklım berrak bakamadım. Dört bir etrafımızı kuşatmış polislerin ellerindeki uzun kalkanlarla kurdukları barikatın orta yerinde elindeki bildiriyi, bütün sözcükleri ağzında ezip tadına vara vara okurken, polislerin ellerindeki coplar bedenimizde kalın çizgiler çizerken, ağzıma dolan oluk oluk akan kanı tükürürken, içinde deniz sıcağı dolaşan gözlerini hayal etmiştim hep.
Ne Amanosların sert rüzgârlarında dövülmüş yuvarlak sert yüzü ne yuvarlak tombul elleri duruyordu onu daha sonra gördüğümde. İki gardiyanın arasında iki büklüm yürütülüyordu. Gözlerindeki mavi uçurumdan başka ondan geriye bir şey kalmamıştı. Altmış üçüncü günündeydi ölüm orucunun. Hastaneye götürüyorlardı. Gözlerindeki yazdan tanıyabilmiştim ancak onu. Karanlık bir dehlizde, ıslak küflü gözaltı hücrelerinde kaybolduğumda hep tutunduğum ellerinin sıcağına bir daha tutunamadım. Sıcak parmaklarının yerini bir cezaevi koğuşunun soğuk ranza demiri aldı. Görüşe çıktığımda koridorda karşılaşmıştım. Ayrı siyasetlerdendik. Onların örgütü ile bizim örgütümüz ortak ölüm orucu kararı almıştı. Kimse görüşe çıkmıyordu. Sadece ölüm orucuna başlayacak olanlar ziyaretçilerine bildirmek için görüşe çıkıyorlardı. Ölmeyi beceremediğim ölüm orucuna başlayacağımı bildirmeye çıkmasam bir daha ve son kez göremeyecektim onu. Mezarına gidemedim asla. Onun asla bir ölümlü olduğunu kabullenemedim. Annem gelmişti görüşe, benimle beraber ölüm orucuna çoktan yatıracağı bedeniyle. “Ölüm orucuna başlama” demedi. Ölüm orucunu bıraktığımda yüzüme bakamadan, “İyi misin?” diye sordu Kürtçe, “İyi değilim” dedim Arapça. Amanosların sertliği içine sızmış bir Arapça dudaklarımı sıyırıp dışarı çıktı. Otobüsten indim. Yağmur yağıyordu. Annem bekliyordu asfaltın kenarında.