Çin’in yükselişi, Rusya’nın yakın coğrafyasında ABD’ye karşı giriştiği ataklar, 2008 Krizi’yle birlikte ABD’nin hegemonyasının zayıfladığına dair değerlendirmeler, Türkiye gibi “gelişmekte olan ülkeler”in bu ortamda kendilerine yer açmak istemesi, klasik yorumları 20. yüzyılın henüz başında ortaya atılan emperyalizm kavramının yeniden yoğun bir şekilde tartışılmasına neden oldu. Bu hafta, emperyalizm kavramının klasik ve güncel yorumlarını etraflıca inceleyen Emperyalizm: Teori ve Güncel Tartışmalar (Habitus Kitap) kitabının editörlerinden, ayrıca Yıldız Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünden ihraç edilen Barış Akademisyeni Dr. Barış Alp Özden ile emperyalizm kavramını, emperyalist sistemin muhtevasını ve Türkiye’nin emperyalist sistemle ilişkisini konuştuk.
ABD emperyalizminin bir gerileme içerisinde olduğu ve emperyalistler arası bir rekabetin yükseldiği yorumlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
2. Dünya Savaşı’nın sonundan itibaren ABD emperyalizminin özelliği ve özgünlüğü, kapitalizmin dünya ölçeğinde genişlemesinin ve yeniden üretilmesinin sorumluluğunu almasından kaynaklanıyordu. Amerikan devleti mallar, hizmetler ve paranın dolaşımının önündeki tüm siyasal, iktisadi ve kültürel engelleri kaldırmaya kararlı ve buna muktedir tek güç olarak görüldüğü için ABD içindeki ve dışındaki kapitalist sınıfların desteğini alıyor ve küresel hegemon rolüne diğer devletlerden rıza devşirebiliyordu. Günümüzün çok boyutlu kriz koşullarında değişen durum, ABD’nin küresel kapitalizmi yönetme kapasitesinin zayıflamasıdır.
Kapitalist küreselleşme (metropollerde sanayisizleşme, finansal akışlarda hızlanma) Batı sermayelerine azalan kâr oranları ve aşırı birikim gibi sorunlarını öteleme imkanı verirken dünyada yeni birikim alanları ve güç merkezlerinin oluşmasına yol açtı. Rusya, Çin, Hindistan gibi yükselen yeni güçler uluslararası sistemin yapısında ve işleyişinde bazı değişiklikler getirdiler ve şimdi küresel kapitalizmin kriziyle birlikte biriktirdikleri gücü daha büyük ekonomik ve siyasi kazanımlara tahvil etmek istiyorlar.
ABD ise artık bu ülkelerin yükselişini istediği gibi kontrol edemiyor. Amerikan devleti eskiden bir bütün olarak sermayeyi temsil etme ve onun tüm dünyadaki egemenliğini ve birikim koşullarını oluşturma ve koruma iddiasındaydı. Bu durum muhtemelen ABD’nin kendi sermayesinin gücüne ve rekabetçiliğine olan güveninden kaynaklanıyordu. ABD hem bu özgüveni kaybetti hem de alt sınıflarının sisteme yönelik itirazlarını yönetebilme kapasitesini yitirdi. Trump bu nedenle seçimi kazandı. ABD ile diğer önde gelen devletler arasında askeri olduğu kadar hala ekonomik anlamda da güç asimetrisi olsa da bu devletler arasında beliren ciddi çıkar çatışmalarının içinde bulunuyoruz ve bunun daha uzun yıllar süreceği belli olan kapitalist kriz bağlamında jeopolitik mücadelelere neden olmasını bekleyebiliriz.
Trump yönetiminin eş zamanlı olarak giriştiği Çin, Rusya ve İran’a yönelik yaptırımlar, gümrük duvarlarının yükseltilmesi ve izolasyon hamleleri bunun işaretleri. Ancak ABD eskiden bu tür hamlelerde bulunurken müttefik ülkelerin egemen sınıflarının rızasını alırdı. Şimdiyse buna tek taraflı olarak girişmiş durumda. Üstelik Amerikan siyasi eliti ve kapitalist sınıfı dahi bu konuda bölünmüş durumda. Bu hamlelerin ne kadar başarılı olacağı, olsa dahi ABD hegemonyasını tahkim etmekte işlevsel olup olmayacağı belirsiz. Yine de örneğin, NATO’daki müttefiklerini silahlanma harcamalarını artırmaya ikna etmesi Trump açısından bir başarı. NATO’nun daha da militaristleşmesi açısından ise tehlikeli bir durum.
Emperyalist sistem içerisinde Rusya ve Çin nasıl bir konumda bulunuyor?
Hem ekonomik hem de jeopolitik manada içinde bulunduğumuz dönemin en önemi gelişmesi Çin’in yükselişidir. Dünya ekonomisinin büyümesinin üçte birini bugün Çin karşılıyor. Üstelik Çin’in büyümesinin esas kaynağını dış ticareti değil, -her ne kadar hızlı finansallaşma ve artan özel sektör ve hane halkı borç yükü bu durumun sürdürülebilmesini tehdit etse de- tüketim ve yatırım talebi oluşturuyor. Trump’ın başlattığı ticaret savaşının Çin üzerinde ne kadar etkili olacağı sorusunu düşünürken bunu göz önünde tutmak gerekiyor.
Çin ekonomisinin bu yatırım iştahı -katlanarak artan enerji, maden ve agro-sanayi ürünleri talebiyle beraber- Çin sermayesini dünyanın dört bir yanında birikim alanları arayışına sokmuş durumda. Çin her yerde ABD ile sermaye ihracı konusunda yarışıyor. Afrika kıtasındaki doğrudan yatırım stokunun 5 yıl içinde ABD’yi geçeceği hesaplanıyor. Ortadoğu’daki ticari gücünü bölgedeki siyasi gücünü artırarak pekiştirmeye çalışıyor.
Trilyon dolarlık yatırım planına ulaşacağı düşünülen “Bir Kuşak, Bir Yol” projesi de böyle bir mantığa dayanıyor. Bu proje Çin’in Orta ve Güney Asya’daki nüfuzunu artıracağı için Rusya ve Hindistan’ın da huzursuz olduğunu, jeopolitik rekabetin ne kadar çok boyutlu olduğunu ifade etmesi bakımından not edelim. Diğer taraftan Çin askeri olarak ABD ile rekabet edebilecek bir güçte değil. Buna niyetlenmiş de gözükmüyor, gücünün ekonomik alanda olduğunu biliyor. Yine de özellikle ABD’nin Pasifik’teki hegemonyasına karşı giderek daha az tolerans gösteriyor.
Doğu Asya’daki ABD askeri varlığına karşı savaş gemisi ve denizaltı filosunu hızla büyütüyor ve modernleştiriyor. Pasifikteki seyrüsefer kapasitesini artırmak için Doğu ve Güney denizlerinde küçük kayalıklara donanma üsleri kuruyor, yapay adacıklar inşa edip karasularını genişletmeye çalışıyor. Rusya’nın durumuysa daha farklı. Rusya ekonomisi zayıf ve büyük ölçüde ülkenin devasa enerji rezervine bağımlı. Rusya’nın emperyalist kapasitesi Sovyetler Birliği döneminden miras aldığı muazzam askeri güce dayanıyor.
Büyük güçler liginde tanınma mücadelesi veren Putin, 2008’den beri Rusya ordusunu bazen fiilen, bazen de tehdit unsuru olarak kullanmaktan geri durmadı. Rusya’nın diğer bir özelliği, devlet aygıtı içinde (özellikle istihbarat birimleri, ordu ve stratejik devlet işletmeleri içinde) yerleşmiş farklı grupların dış politikayı kendi çıkarları doğrultusunda etkileme mücadelesi içinde olmaları.
Bu da Rusya’yı daha az kestirilebilir ve tehditkâr kılıyor. Lenin’in yüz yıl önce Rusya emperyalizminin “askeri-feodal özellikler” taşıdığı yönündeki tespiti bu anlamda hala ilginç bir geçerliliğe sahip. Ancak Rusya, devlet içinde farklı çıkarları temsil eden bütün bu grupları birleştiren militarist ve yayılmacı bir resmi ideolojiye sahip. Bu ideoloji Rusya’yı, Doğu-Batı yönünde Baltık Denizi ve Karpatlardan Çin’e; Kuzeyde -ne yazık ki küresel ısınma nedeniyle- ekonomik ve jeostratejik değeri artan Arktik bölgesinden güneyde Hindistan’a uzanan topraklarda geniş bir gayrı resmi imparatorluk olarak tahayyül ediyor. Bütün bu manzaraya baktığımızda günümüzde farklı ülkelerin farklı emperyalist kapasiteler (ekonomik, askeri, jeopolitik veya ideolojik) geliştirerek birbirleriyle rekabete giriştiklerini söyleyebiliriz.
Alt-emperyalizm kavramını nasıl ele almak gerekir?
Türkiye bir alt emperyalist ülke olarak değerlendirilebilir mi? Biraz önce de ifade etmeye çalıştığım gibi Soğuk Savaş döneminin Kuzey-Güney, merkez-çevre gibi ikiliklerine dayalı emperyalizm anlayışı geçerliliğini büyük ölçüde yitirmiş durumda. Bu çevreden merkeze değer akışlarının önemini yitirdiği anlamına gelmiyor. Ancak merkez dışından da yükselen yeni kapitalist sınıflar bu değer akışlarından pay almaya çalışıyor. Alt-emperyalist konumların ortaya çıkışı durumu daha da karmaşıklaştırıyor.
Güney Afrika ve Brezilya gibi altemperyalist olarak nitelendirilen ülkeler, yeni ululararasılaşan sermayeleri için kendi kıtalarında yeni birikim alanları yarattılar. Bunu merkez ülke sermayeleri ile kimi zaman işbirliği kimi zaman da çatışma içinde gerçekleştirdiler. Böylelikle bu bölgeleri kapitalist ilişkilerin gelişimine daha fazla açtılar. Devletler de alt-emperyalist projelerini, siyasi ve ekonomik entegrasyon girişimleri ile ve bazen de askeri ve diplomatik zorlayıcılıklarını kullanarak desteklediler. Alt-emperyal yayılmacılığın anti sömürgecilik veya Güney ülkelerinin dayanışması söylemiyle yürütülmesi madencilik, enerji, inşaat gibi sektörlerde yoğunlaşan Brezilya ve Güney Afrika sermayelerinin kıtalarında yarattığı yoğun emek sömürüsünün, doğanın vahşice talanının ve otoriterleşmenin üzerini örtmek için kullanıldı.
Türkiye’nin 2000’li yıllarda Ortadoğu ve Afrika’ya yönelik ekonomik ve siyasi ilgisinin arkasında da benzer bir rasyonalite var. Küresel krizin hem merkez ülkelerden gelen talebi hem de iç talebi daraltması sonucunda bölgesel pazarların öneminin arttığını Türkiye sermayesi çok çabuk kavradı. Özellikle İslami sermaye bu yönelimin başını çekti; örgütleri aracılığıyla bölgesel ilişkileri tesis etti, hükümet ve bürokrasiye diplomatik önderlik yaptı.
MÜSİAD ve TUSKON Ortadoğu ve Afrika açılımlarının en etkin aktörleriydiler. Kendilerini, Cumhuriyetin geleneksel elitlerinin Türkiye’nin önüne koyduğu sınırları aşacak ve onu bir bölgesel hegemonik güce dönüştürecek toplumsal- siyasal özne olarak gördüler. Dolayısıyla İslami sermayenin bölgesel pazarlara doğru genişleme stratejisinin iktisadi olduğu kadar siyasal bir tercih olduğu da söylenebilir. Bu “açılımlar” iktidar bloğu içinde hegemonya alanını geliştirme amacı da taşıyordu. Ancak alt-emperyalizm kavramını kullanırken temkinli olmakta fayda var. Alt-emperyalist oluşumlar, emperyalist zincirin daha üst halkalarına kıyasla çok daha istikrarsızdırlar. Ekonomilerinin bağımlı yapısı, devlet kapasitelerinin sınırlılığı, diğer büyük ve bölgesel güçlerin tepkisi gibi bir dizi faktör dolayısıyla alt-emperyalist güçler sürekli olarak yeni meydan okumalarla karşılaşırlar.
AKP’nin dış politikası göz önüne alındığında, Türkiye’nin emperyalizmle olan yapısal ilişkisinde bir dönüşüm ihtimalinden ya da niyetinden söz edilebilir mi?
Hayır. Türkiye 90’ların ikinci yarısından beri dışarıdan sermaye girişlerine bağımlı ve finansallaşmanın desteklediği iç tüketime dayanan bir ekonomik modeli sürdürüyor. Türkiye’de hakim sınıfın ve siyasi elitin ne çıkarları ne de ideolojik bagajları bu durumun değişmesine imkan tanır.
Sadece büyük kapitalist ülkelerde değil, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde de burjuva sınıflarını artık ulusal burjuvaziler olarak düşünmek mümkün değil. Bu nedenle sermaye sınıfının kalkınmacılık gibi eski birikim tarzlarına dönmeyi düşüneceğini sanmıyorum. Üstelik geçen 10 yılda hafifletilmiş bir kalkınmacı modeli deneyen Latin Amerika ülkelerinin duvara tosladığı görülüyorken.
Böyle bir ekonomik yapı sizi emperyalist sisteme sıkıca bağımlı kılar. Uluslararası sistemdeki istikrarsızlıktan faydalanıp ancak bu bağımlılığın yönünü değiştirmeye çalışabilirsiniz. Emperyalizmle ilişkide yapısal bir dönüşüm ancak ekonomiyle ilgili kararların demokratikleşmesine olanak verecek şekilde finansal kurumların kamulaştırılması gibi radikal değişiklikleri zorlayacak aşağıdan bir hareketin yükselmesiyle mümkündür. Sınıf ilişkileri kuşkusuz bugün buna imkan tanımıyor. Yine de bu konuda çok kesin yargılarda bulunmak istemem. Toplumsal ve siyasal altüst oluşlara gebe çok yönlü bir kriz dönemine henüz yeni girdik.