Türkiye, epeydir bir ekonomik krizle karşı karşıya. Yaklaşık bir sene önce liranın değer kaybıyla ayyuka çıkan bu krizin geleceği ekonominin bütün unsurlarıyla verdiği tehlike sinyallerinden epeydir belliydi. Şimdi artık ne hükümetin manipülasyonları ne de medya sansürü krizi gizleyebiliyor. Büyük kentlerin meydanlarındaki sebze kuyrukları, sokaktaki insanların homurdanmaları kriz manzarasını net olarak gündelik hayatın orta yerine yerleştirmiş durumda. Üstelik bu kriz epey kalıcı olacağa benziyor.
Türkiye uzun zamandır ekonomide uygulanan yanlış politikaların acısını çekmeye yeni yeni başladı. Daha henüz uluslararası bir marka üretmemiş, sanayisi hâlâ montaja, dolayısıyla dışa bağımlı, tarımı imha edilmiş, yandaşlara ‘özel’ özelleştirmeler ve ihaleler hazineye kâr değil zarar getirmiş, Varlık Fonu’ndaki zenginlikleri kime ipotekli bilinmiyor, ekonomisi hızla küçülüyor. Cari açık açıldıkça açılıyor, işsizlik arttıkça artıyor. Durum bu.
Dış yatırımlar ülkeyi terk ediyor. Ülkenin bu krizden çıkmak için tek güvenebileceği şey toplumsal dinamizmi, genç nüfusu olabilirdi. Ancak AKP savaş politikaları ve kutuplaştırma stratejisi ile ülkenin bu yegâne zenginliğini heder ediyor.
AKP’nin kutuplaştırma politikası ve kışkırtıcı söylemleri toplumu birbirine selam vermeyecek hale getirdi. Birbirlerinden alışveriş bile yapmayan insanların ortak iş yapmaları mümkün müdür? Böylesi gergin ve geleceği belirsiz bir ülkede insanlar yatırım yapar mı? Geri dönüşü olmayan yaşam kayıplarının acısı zaten ortada. Hadi diyelim, iktidarın vicdanı yok, ölümleri önemsemiyor, aklı da mı yok bunların? Barış olmadan üretim ve refah olur mu? Yıllardır, belki bu dilden anlarlar diye, toplumsal barışın olmadığı yerde ekonominin çökeceğini söylüyoruz. Çöktü işte, bari şimdi anlayın, bu gidiş gidiş değil. Fakat gerek Cumhurbaşkanı gerek iktidardaki partisi bu ülkenin barış iradesini düşman ilan etmiş durumda. Hapishaneden bile bu topluma barışa ulaşmanın ne denli kolay olduğunu göstermiş, vizyonu ile toplumun önünü açmış Abdullah Öcalan’ı yıllardır tecritte tutuyorlar.
Türkiye’ye toplumsal barışı getirecek, sorunlarını radikal ve demokratik biçimde çözecek tek parti olan HDP’yi zayıflatmak ve izole etmek için durmaksızın uğraşıyorlar. Bu nasıl bir izansızlıktır? Yeniden bir seçim sürecine girilmesiyle birlikte Cumhurbaşkanı da, İçişleri Bakanı da hedef göstermeleri ve saldırıları iyice artırdılar. Artık adalet duygusu olan herkesi şaşırtıyorlar söyledikleriyle. Bunları burada tekrarlamaya gerek yok.
Herkes duyuyor zaten. Ancak ben onların Kürt siyasetine olan düşmanlıklarının sadece stratejik bir davranış olduğunu sanmıyorum. Düşmanlıklarının temel sebeplerinden biri de Kürtlerin gerek siyasi gerekse kültürel olarak mücadele içinden nasıl geliştiklerini, Kürt siyasetinin gerek kavramsal gerekse pratik olarak Türk devlet partilerinin seviyesini nasıl aştığını görüyor olmaları. Kürt siyasetine laf yetiştiremeyecekleri için hamaseti artık cevap verilemez bir ölçüye çıkarıyorlar.
Bu seçime özel olarak öfkelerinin bir sebebi ise siyasi geleceklerini HDP’nin ve Kürt seçmenin belirleyecek olması. Ama bu defa geç kaldılar viraj almak için. Son birkaç yıldır yaptıkları zulüm Kürtler’in hafızasına çakıldı. Bu son söylemleri ve hakaretleri ile kendilerinin de artık Kürtlerden af bekleyemeyeceklerini anladıklarını gösteriyorlar. Tek seslenebilecekleri kitle ultra Türk milliyetçileri kaldı. Eski AKP’li Bakan Ertuğrul Günay’ın da geçenlerde söylediğine göre AKP içinde bile bu türden ayrımcı ve hedef gösterici söylemler ciddi biçimde eleştiriliyormuş. Kürt kentlerindeki kayyumlar da AKP’nin geleceği için hayati önemde. Kürt halkı tekrar ezici biçimde kendi partisinin adaylarını başkan seçtiğinde, AKP’nin kayyum politikası tamamen çökmüş olacak. Aynı oyunu bir kez daha oynayamaz AKP.
Hükümetin kayyum politikası çöktüğünde Kürt bölgesinde AKP’nin en azından meşruiyeti sorgulanır hale gelir. Yukarıda barıştan söz ediyorduk. Elbette CHP de bir barış güvercini değil, İyi Parti’nin yaptığı ettiği ise kolay yenilir yutulur gibi değil, ama bir şey biliyoruz ki artık bu ülkede AKP gitmeden toplumsal barış, Kürt halkının öncülüğünü yaptığı onurlu barış mümkün olmayacaktır. Leyla Güven’in ve diğer arkadaşlarımızın hayatlarını ortaya koydukları hedef olan, Abdullah Öcalan’ın tecridine son verilmesi ve barışın önünün açılması talebi için adım atmayan AKP hükümeti halkımızın sesine sağırdır artık. Bundan sonra atacakları her adım bu bükülmez irade karşısında mecbur kalmalarının sonucu olacaktır. Bu yüzden Kürt halkı bu seçimlerde stratejik oyunun kıymetini bilecek, ona göre oyunu kullanacaktır.
Geçen hafta Selahattin Demirtaş’ın gazeteci ve televizyoncu Şirin Payzın’ın bir sorusunu cevaplarken söylediği gibi: “Gelecek yıllar ne getirir ne götürür bilemeyiz; AKP iktidarda kalır mı gider mi, buna halk karar verecek. Ancak bugün AKP, “ben savaş politikalarından vazgeçtim ve kalıcı barışın samimi adımlarını atmak istiyorum” derse “hayır bunu yapmana izin vermeyiz, savaşta ısrar etmelisin” mi demeliyiz? Yoksa en az AKP kadar savaş ve sertlik yanlısı politikaları savunan İyi Parti’nin, CHP’nin iktidara gelmesini mi bekleyeceğiz? Demek istediğim şudur; biz barışı savunurken, bunu herhangi bir partiye ya da kesime karşı düşmanlık ederek yapmıyoruz.
İktidar odağı kimse, onu barışa çekmeye, barışa gelmiyorsa da seçimlerde iktidardan düşürmeye çalışıyoruz. Onun yerine de mümkün olan en demokratik, halkçı seçeneği iktidara taşımaya çalışıyoruz. Bu seçenek de HDP’dir. Bunu söylerken AKP’den bir beklenti, barış için bir umut içinde olunması için de söylemiyorum. AKP’nin böyle bir niyeti yoktur ve bizim de siyasi çıkarımız AKP’nin iktidarı kaybetmesindedir. Barış umudu ancak o zaman doğabilir.” Oy sandığına giderken özellikle bu paragraftaki son iki cümleyi unutmamalıyız.