Türkiye halkları özellikle Kovid 19 pandemisi sonrası korkunç bir yoksullukla yüzleşmekte. Medyaya yansıyan 2022 yılına ilişkin rakamlarda yaklaşık 6 milyon çocuğun açlık yaşadığı birçok kez haber oldu. Kız çocuklarının %85’i, erkek çocuklarının %69’u yetersiz besleniyor. Bu rakamlar Birleşik Metal-İş Sendikası Sınıf Araştırmaları Merkezi (BİSAM) tarafından düzenli olarak yayımlanmakta ve yine BİSAM’a göre aylık gelir de dört kişilik bir aile için açlık sınırı 7300 TL sınırına çıkmış durumda. Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Programı’nın verilerine göre ise Türkiye’de 5 yaş altı çocukların yüzde 1.7’si yetersiz beslenmekte. Aynı verilere göre Türkiye’de akut olarak yetersiz beslenen çocuk oranı %6’ya çıkmış durumda ve her geçen gün bu sayı artmakta.
Türkiye’de artık sadece yoksulluk değil çok ciddi bir açlık söz konusu. Artan enflasyon ve gıda giderleri en başta çocukları açlığa mahkûm etmekte. Elbette pandemi ile birlikte tüm Dünya’da ciddi bir ekonomik gerileme yaşandı. Çoğunluğu refah ülkelerinde oluşan Avrupa Birliği’nde dahi enflasyon %8’lere çıktı. Fakat Türkiye gibi üretimde dışa bağımlı bir ülke için enflasyon resmi rakamlara göre %85’e çıktı. Resmi rakamların tüm gerçekliği ortaya koymadığını bilmekle beraber hissedilen enflasyonu tek bir ürün üzerinden değerlendirmek gerekirse sadece ekmeğin fiyat artışına baktığımızda gıda fiyatlarındaki artışın %300 sınırını zorladığını görüyoruz.
Gıda üretiminde dışa bağımlılık demek, bir devletin asıl üretim kaynağı olan tarım ve hayvancılığın neredeyse olmadığı sonucunu çıkarabiliriz. Birleşmiş Milletler (BM) Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) düzenli yayımladığı raporlara göre son 20 yıl içerisinde Türkiye’deki çiftçi sayısı %50 oranında azalmış durumda. Tarım alanlarındaki daralma ise %12,3 oranında azalmış durumda. Hayvancılıkta dışarıdan ithal rakamlarına bakıldığında ise gerileme %50’ye ulaşmış durumda. Tüm bu rakamlar son 20 yılda Türkiye’nin hem tarımda hem de hayvancılıkta artık dışa bağımlı bir ülke olduğunu gösteriyor.
TMMOB’ye bağlı Gıda Mühendisleri Odası, Kimya Mühendisleri Odası, Ziraat Mühendisleri Odası ve Veteriner Hekimleri Odası’nın 20 yıl içerisinde yayımladığı uyarı açıklamaları ise Türkiye’de gıda güvenliğinin ciddi bir tehlike altında olduğunu gösteriyor. Gıda güvenliğinin tehlikede olması, gıda egemenliğinde tamamen çok uluslu büyük şirketlerin elinde bir ülkeye dönüştüğünü gösteriyor. Kendi öz üretimini tamamen kapitalist sermayeye bırakmış bir ülke, yurttaşların üretimdeki rolünün azalması ile birlikte gıda egemenliğini kaybetmiş demektir. Bu sonuca göre Türkiye’deki açlığın gıda egemenliğini kaybetme ile direk ilişkisi olduğu açıkça ortadadır.
Türkiye’deki yatırım gücünün akıtıldığı yere bakarsak karşımıza malum iktidara yakın sermayeyi görmekteyiz. Beşli çete diye adlandırılan bu sermaye grubunun izini sürünce tarım alanlarında, meralarda, köylerde bir utanç anıtı gibi yükselen enerji ve inşaat yatırımlarını görmekteyiz. Türkiye’nin tüm bölgelerinde ve Kürdistan’da neredeyse her köyünde bir ekolojik ihtilaf yaşanmakta. Ormanların, derelerin, zeytinliklerin, tarlaların talan edildiği, yerli halkın buna karşı nasıl bir mücadele verdiği artık malumumuz. Türkiye son 20 yılda bir ekolojik ihtilaflar ülkesine dönüşmüştür.
Boğaziçi Üniversitesi’nin EJOLT iş birliği ile yaptığı Türkiye’deki ekolojik ihtilafları gösteren, Türkiye Çevre Adaleti Atlası’nı, gerileyen tarım alanları haritaları ile üst üste koyduğumuzda ekolojik ihtilafların yaşandığı her bölgede tarım ve hayvancılık üretiminin o belgelerdeki ekolojik talan ile birlikte gerilediği sonucu çıkmaktadır.
Üstelik ekolojik talanın müsebbibi olan vahşi sermaye sadece tarım ve hayvancılık alanlarını yok etmekle kalmayıp yerel ve küçük üreticileri de yok edip yerine endüstriyel tarım ve hayvancılık yapan çok uluslu kapitalist sermayeyi ikame etmektedir. Bu da ekolojik varlılar yok edildikçe gıda egemenliğinin kapitalist sermayeye bırakıldığını göstermektedir. Kapitalist sermayenin doğaya verdikleri zararların etkilerinin toplum üzerinde birçok alanda katlanarak sonuç gösterdiği gerçeği ile yüzleşmekteyiz.
Tüm bu çarpık düzenin altında ekolojik varlıkları kaynak olarak görüp, ekolojik varlıkları vahşi sermayenin talanına açmak yatmaktadır. Bir ülkenin öz kaynağı ekolojik varlıkları olamaz. Ormanlar, dereler, tarım alanları, ekolojik sistemler, biyolojik çeşitlilik birer kaynak değildir. Bu varlıklar varlığını ve sistemlerinin hem insan hem de tüm canlılık için sürdürmesi gereken varlıkladır. Ekolojik varlıklar kaynak olarak görüldüğü müddetçe ne vahşi sermayenin talanından kurtulabiliriz ne de insan hakları kapsamında olan doğaya ilişkin haklarımızı koruyabiliriz.
Tüm bu veriler ışığında Türkiye’de artan yoksulluk ve açlığın baş müsebbibinin halk yoksullaştıkça zenginleşen ekolojik varlık düşmanı kapitalist vahşi sermaye ve onlara bu alanı açan iktidar olduğunu söyleyebiliriz. Yoksulluğun en önemli sebeplerinden birisi ekolojik yıkımdır. Kesilen her bir ağaç, yok edilen her bir tarım alanı, özgür akan suların gaspı son 20 sene içinde bizlere yoksulluk olarak geri döndü. Bugün çocukların yaşadığı açlıkta en büyük pay iktidar çevresinde semiren vahşi sermayeye aittir. Resmen bu sermaye grupları yedikçe semirirken çocuklar açlıkla sınanmaktadır.
Bu ülkede çocukların açlık yaşamaması için tüm ekolojik varlıklara sahip çıkmak gerekmektedir. Üstelik iklim krizinin de eteklisi ile artık bu sonuçları çok kısa sürelerde yaşamaktayız. Hem iklim krizi hem ekolojik talan bir sınıf ve yoksulluk sorunudur