1 Eylül’ün diğer bazı “Barış Günleri”nden farkı sembolik ifadesinde yatmaktadır. Nazi Almanya’sının Polonya’ya yaptığı saldırının tarihidir bu. Aynı zamanda, 2. Dünya Savaşı’nın da başlangıcını ifade eder
Namık Berkay*
İnsanlığın geldiği aşamada hayat çok hızlı akmaya ve bir o kadar da hızlı değişmeye başladı. Bu öylesine bir hız ki, bazı zamanlarda duyarlı çevreler kendi alanlarındaki kavramlara bile yetişemez oldular. Bunun en çarpıcı örneklerinden birini de “ekoloji” kelimesi oluşturuyor. Resmi sözlük yakın zamana kadar ekolojiyi, Yunanca oikos ve logia kelimelerinden oluşan oikologia olarak algılıyor, ama “çevre bilimi” olarak tanımlıyordu. Öyle olmadığının bilincinde olan birçok duyarlı bilim insanının uyarıları ve üniversitelerden alınan görüşler sonrasında, kelimenin tam karşılığının “canlıların hem kendi aralarındaki, hem de çevreleriyle olan ilişkilerini tek tek veya birlikte inceleyen bilim dalı” olduğuna karar verildi. İşte, toplum böyle önemli konularda bile, gerçeklerden böylesine uzak! “Farkındalık yaratmak” da, bu alanda mücadele veren birçok ekosistem dostunun görevlerinden bir haline geldi. Doğayı, canlıları, canlıların var olma, yaşama hakkını savunmak ise, en meşru mücadelelerin başında geliyor.
Bu uğurda mücadele veren kişi ve kuruluşların karşılarına çıkan dev gibi bir gerçek ise bizzat kapitalizmin kendisidir. Kapitalist sistem rant, kâr ve talan felsefesiyle, getiri elde edebileceği her yere saldırmaktadır. Doğal olarak bu felsefe, çevrede de, canlılara, dağlara, ormanlara, denizlere yapılan saldırılarda ifadesini bulmaktadır. Bunu sadece Muğla’da günbegün gerçekleştirilen hukuksuzluk ve yağmalarda görmüyoruz. Aynı tarzın yorulmaz bir biçimde Amazon Ormanlarını yok etmekte olduğu, fosil yakıt kullanımıyla küresel ısınmanın sebebini oluşturduğu da açıkça biliniyor. Bilim çevreleri, duyarlı kişi ve kuruluşlar için, iklim krizine sebep olan suçlunun da kapitalist sistem olduğu çok açık.
Suskun bekleyiş
Türkiye’ye dönecek olduğumuzda, ülkedeki enerji ve inşaat sektörlerinde gerçekleştirilmekte olan yatırımlar, atılan dev adımlar ekosistemin hatırı sayılır bir biçimde tahribatına neden olmakta. Buna ek olarak, “nüfusun ve dolayısıyla tüketim ihtiyacının artmakta olduğu” gerekçesiyle sürdürülen girişimler, sanayide sağlanan teşvikler ve “zorunluluktan kaynaklanan” maden arama etkinlikleri tahribatın şiddetini artırır niteliktedir. Burada fark edilmesi gerek ise, mevcut sistemin uygulamalarının arkasında yatan gerçek nedenlerdir. Kapitalist sistem, o doymak bilmeyen kâr güdüsüyle, yaptıklarının bedelinin ne olduğuna hiç aldırış etmeksizin, kazanç sağlayabileceği her yere, her alana saldırmaktadır.
Dünyada ve ülkemizde bu gelişmeler yaşanırken, tüm olumsuzluklar bunlarla da sınırlı kalmıyor. Yurt içinde ve uluslararası ilişkilerde giderek artan kutuplaşmalar, gerilimler ülkeyi de, ülke insanını da son derece kötü bir biçimde etkiliyor. Yarınının, geleceğinin nasıl olacağını bilmeyen, kafası karmakarışık milyonlarca insan suskun bir bekleyiş içerisinde bulunuyor. Çevre sorunları, pandemi, ekonomik kriz, siyasi istikrarsızlık, hukuksuzluklarda gözlemlenen büyük artış, kadına karşı şiddet ve çocuk istismarının gündemden düşmeyişi tablonun ne denli kötü olduğunu açıkça gösteriyor.
Savaşsız yapamıyorlar!
Dünyadaki görüntü de çok farklı değil. Bir avuç insanın kârına ve tercihine dayalı sistem bütün dünyada yara almış durumda. Kapitalizm, içinde bulunduğu krizi aşamıyor, girmiş olduğu çıkmaz sokakta, çözümsüzlük içinde debelenip durmakta. Ülkeler arasında gerginlikler, ülke içinde ırkçı – neofaşist hareketlerin gelişmesi kesinlikle tesadüf değil. Yaşanmakta olan kötü gidiş için bir “suçlu” bulunması gerekiyor ve egemenler “bu suçluları bulup, derhal cezalandırma” çabası içindeler. Gerçekleştirmeye çalıştıkları “sürek avı”ndaki av köpeklerini ise yine kendi ürettikleri neofaşistler ve paramiliter güçler oluşturuyor. Gelişmelerin daha büyük bir müdahaleyi gerektirdiği durumlarda ise, doğrudan askeri güçleri devreye sokmaktalar. Kapitalist sistem, içinden çıkamadığı çözümsüzlük sarmalında böyle davranmak zorunda. Kâr, artı değer sömürüsü, saldırma ve yok etme özelliklerinde olduğu gibi, bu tür çıkmazlarda da gerilim ve çatışma yaratmak zorunda. Zira savaş kapitalist sistemin doğasında var, adeta sistemin bir olmazsa olmazı!
Kapitalist sistem savaş ve kargaşa istiyor, zira istikrarsızlık yaratmak zorunda! Zira olağanüstü bir hal yaşandığında, demokratik hak ve özgürlükleri askıya alma hakkının kendi eline geçeceğini biliyor! Zira içinde bulunduğu çıkmazda, giderek yoksullaşmakta / yoksullaştırılmakta olan insanların itiraz ve mücadele etme hakkını ellerinden ancak böyle alabileceğini biliyor! Zira kendisinden olmayanların tamamını düşman ilan etmenin en kolay yolunun buradan geçtiğini biliyor. Doğası gereği, bu çatışmaları yaratmak, bu savaşları sürdürmek zorunda!
İki taraf var
Sermayenin ve sermayedarların çıkarlarının savulmayacağı hangi açıdan bakılacak olursa olsun, farkında olunması gereken belki de en önemli nokta, gerek ekoloji mücadelesinde, gerekse de milyonlarca insanın vermekte olduğu mütevazı bir şekilde ayakta kalma savaşında, iki tarafın mevcut olduğudur: Savaş isteyenler ve istemeyenler. Daha doğrusu, barış isteyenler. Bunlardan bir tanesi var olduğu, büyüdüğü sürece de diğeri yok olacaktır.
Savaşa gerekçe uydurma
1 Eylül, Dünya Barış Günü’dür. 1 Eylül’ün bir tanesi BM’nin de sonradan kabul etmiş olduğu, diğer bazı “Barış Günleri”nden farkı ise sembolik ifadesinde yatmaktadır. 1939 yılında Nazi Almanya’sının Polonya’ya yaptığı saldırının tarihidir bu. Aynı zamanda, 2. Dünya Savaşı’nın da başlangıcını ifade eder. Almanya’nın “saldırı gerekçesi” ise, Polonya’nın Alman Gleiwitz Radyo İstasyonu’na saldırmış olduğuydu. Aslında, Alman askerlerinin Polonyalı kılığına bürünerek, göstermelik bir saldırı düzenlemiş olduğu ise herkes tarafından açıkça bilinmekteydi.
Tarihte buna benzer birçok olayın arasından diğer bir örnek de 1964 yılında yaşanmış, ABD, Vietnam hücumbotlarının Tonkin Körfezi’nde bir ABD destroyerine saldırıp, ateş açmış olduğunu iddia ederek, Vietnam’a savaş ilan etmişti. Bundan yaklaşık 40 yıl sonra, eskiden ABD Dışişleri Bakanlığı’nda çalışmış bir yetkili, böyle bir saldırının hiç yaşanmamış olduğunu, ama o dönemde ABD’nin çıkarlarının böyle davranmayı gerektirmiş olduğunu rahatlıkla açıklamıştı. ABD’nin çıkarları doğrultusunda sürdürülmüş savaşın “kayda değer olmayan” bilançosu ise, 4 milyonun üzerinde Vietnamlının yaşamını yitirmesiydi. Kapitalist sistem, “gereğini düşünmüş ve yerine getirmişti…”
İşte 1 Eylül, böylesine insanlık, canlı düşmanı işleyişlere, onların ideoloji ve suçlarına işaret ettiği için önemlidir. Unutmamanın, unutturmamanın bir ifadesi olarak…
Dünya halklarının olduğu gibi ülkemiz coğrafyası ve halklarının en acil ihtiyaçlarından birisini BARIŞ teşkil etmektedir. Farklı inançlardan, uluslardan insanların özgürce, eşit ve bir arada yaşayabileceği, adil, demokratik, tüm canlılara ve doğaya saygı gösterilen bir düzen…
Bütün barışseverlerin, yaşam ve doğaseverlerin savaş lordlarına ve onların sistemine karşı durarak, “savaşa ve savaş cephesine hayır” dedikleri, bu düzenin mutlaka değişmesi gerektiğine inandıkları bir “barış cephesi”nde buluşmaları dileği ile.
Ama barış ağaç değil, ot değil ki yeşersin,
Sen istersen olur barış, istersen çiçeklenir…
Bertolt Brecht
* HDK Ekoloji Meclisi Üyesi