Siyaset alanında hepimizin tarafı belli ve nettir aslında. Taraflar bulunduğu tarafta politika üretir. Ekoloji siyasetinde: Sistemi savunanlar ve karşı koyanlar arasında netliği belirleyen ayraç kapitalizmdir. Tarafınız, tutumunuz, ürettiğiniz politikaları kapitalizmle ilişkiniz belirler.
Örneklediğimiz “iklim krizi” stratejilerine ve taraflarına, yaşamakta olduklarımıza dönelim yeniden:
Günümüzde, doğal yaşamı tehdit eden sera etkisi yaratan gazları da içeren atıklara sahip kapitalist üretimler doğal alanları sermaye birikim alanına çevirmeye, doğal varlıkları ticarileştirmeye devam ediyor. Sera etkisine neden olan şirketler, doğal alanları/ortamları olumsuz etkileyen üretimlerini geç kapitalistleşen veya henüz kapitalistleşmemiş ülkelere taşıyarak yollarına devam ediyorlar.
BM iklim zirveleri sonucunda atmosferde azaltılan atık yükü olmadığı gibi, yoksul halklara ve ekosisteme binen yıkım giderek artmakta. İklim değişimine neden olduğu belirtilen sera gazları, uluslararası ticaretle kotaya ve paraya dönüştürülmekte; karbon borsasından yenilenebilir ve yenilenebilir olmayanlar üretimler arasında kota alışverişi sürmekte, atmosfere salınan gazlar için vergi hükümetler tarafından halklardan toplanmakta. Malum “iklim krizi”var.
Halklar bu oyunun içinde değil, Paris’te Sarı Yelekliler bunu bir kez daha tarihe not olarak ekledi.
Bu oyunun birkaç perdesini Türkiye’den örnekleyelim: Yolunuz Trakya’ya düşerse veya Nejla Demirci’nin Gündöndü Belgeselini izlerseniz; Meriç havzasında deri işleme tesisleri, kimya endüstrisi vd. üretimlerle, üretimlerin atıklarıyla karşılaşırsınız. Fok derisi işleme tesisleri ile karşılaştığınızda, tarım havzasının kapitalist sanayi havzasına dönüştüğünü gördüğünüzde şaşırmayın. Mezopotamya havzasına uğrarsanız; kapitalizmin saldırı sürecine savaşın yıkıcı etkisinin, yangınların da eklemlenerek yaşam yok olurken sermayenin doğal alanlar üzerindeki tahakkümünün hızla yayılışına, HES’lerle şirketlerin suya nasıl “yenilenebilir” olarak el koyduklarına tanıklık edeceksiniz. Savaşın ve doğal alanları sermaye birikimine sokma hızının, devletin faşizmin araçları ile kapitalizmle güç verişine, kalekollara, halklara yasaklanan, şirketlere serbest olan alanlara tanık olacaksınız. Ege’ye Aydın bölgesine giderseniz “yenilenebilir” enerji üretimi JES’lerin tarım alanlarını nasıl işgal ettiğini göreceksiniz. JES’lerden; aralarında hangi kirleticilerin olduğunu, atmosfere yayıldıktan sonra hangi reaksiyonları geçirdiklerini, ulaştıkları canlılarda, toprakta, suda yaşamı nasıl değiştirdiklerini bilemeyeceğiniz salınımları soluyabilir, gözlemleyebilirsiniz. Ya da Germencik incirinin yenilenebilir enerji üretim sonucunda (JES’lerle), ağır metale nasıl doygun hale geldiğini, incir üreticisine iade edilen incirlerin iade gerekçesinde, solunum krizi, akciğer hastalıkları ile hastaneye taşınan halkın hastane kayıtlarındaki artışla tanık olabilirsiniz. Dilovası’na da uğrayın olur mu? Atmosfere salınan su buharının masum olduğuna aldanmayın sakın. John Tyndal’ın su buharının atmosferdeki en güçlü ısı emici olduğu sıcaklık arttıkça su buharının CO2 tutma kapasitesini arttırdığı gerçeğini bir yana koyalım, Hamzaoğlu ve arkadaşlarının (2012) TTB raporunda, kimya, boya, demir çelik üretimlerinden çıkan kirleticilerin yeni doğan bir bebeğin kakasında, annenin ilk sütünde tespit ettiği ağır metallere dönüşümünü inceleyebilirsiniz. Karadenizde ise her biri ayrı bir şirketin yenilenebilir enerji üretimleri (HES) ile derenin suyunun ticarileştirilmesi, tutsak edilmesi ve yaşamdan koparılışı sizi hangi gerçekliğe taşıyacak bilemem.
Bu gerçekliklere rağmen, kapitalizmin önemli rehberlerinden biri olan BM -IPCC nin emisyon artış ve vergilendirmesini temel alıp, buzulların erimesi, türlerin yok oluşu, hesaplamalarına eşlik ederek, “iklim krizi”ne alternatif üretmeyi misyon edinen çevreci yapılar, stk’ler, kişiler, partiler sizce hangi taraftalar dersiniz.