Rakamlara çocuğu zaman bakıp geçer, hayattaki karşılıkları üzerine çok da düşünmeyiz. Bazı rakamların ürpertici gerçeklerin ifadesi olduğu üzerine düşünmemiz bunu göstermeyi iş edinen toplumsal kesimler, kurumlar sayesinde olmuştur. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin titizlikle toplayıp rakamların diline tercüme ettiği, o dili de kapitalist üretimin vahşi yüzünün simgesi haline getirdiği iş cinayetleri raporları ya da kadın cinayetlerine ilişkin açıklanan raporlar böyledir. İşçi ve emekçilerin aslında nasıl bir toplumsal altüst oluş yaşadıklarının ve sömürünün hangi biçimlerine maruz kaldıklarının en soyut hali bu rakamlarla karşımıza gelip oturuverir, somutlaşır.
Fakat bazı rakamlar böyle değildir. Onlar gündelik hayatımız içinde dolaysızca tecrübe ettiğimiz gerçeğin en çıplak özeti olarak market reyonlarında, düğmesine bastığımız elektrikte, doğalgazda, vitrinlerde, ödediğimiz kirada, kısacası en temel ihtiyaçlarımızı karşılarken adeta nefesimizi kesecek bir gerçeğin en somut ifadesidir. Matematiğin gerçeğin en soyut ifadesi olması burada değişir, gerçeğin en pratik karşılığı olur.
4 kişilik bir ailenin dengeli ve sağlıklı beslenebilmesi için harcaması gereken tutarın 14 bini aşması böyle bir şeydir. Açlık sınırı olan o 14 bini emekçiler, her gün etinde kemiğinde hissettikleri rakamlarla bilirler, ulaşamazlar. 4 kişilik bir ailenin gıda dahil tüm temel ihtiyaçlarının karşılığı olan yoksulluk sınırıysa bunun 3 katından fazladır: 45 bin 686 TL! Emekçiler yoksul bile değildir, her evden en az 2 kişinin çalışmasıyla kıt kanaat geçinmeye çalışan bir yığındır.
Patronların kâr oranları yükseldikçe emekçilerin yokluğun-yoksulluğun en dibini görmeleri adetten olur. Bu kaidenin değişmesini asla istemez patronlar ve onların bekçiliğini yapan devletleri. Çalışma Bakanı’nın asgari ücretin 11 bin 400 TL olmasıyla övünüp “ülkede yoksul yok” cümlesinde toplanır tüm yaklaşımları. İşçi ve emekçiler için tasavvur ettikleri hayat budur: Kuruşu kuruşa ekleyerek yaşayabilmeye de yetmeyen, çoluğu-çocuğuyla kapitalist sömürü çarkının dişlileri arasında öğütülen ucuzun da ucuzu ile emek ordusu yaratmaktır hayalleri! Bu hal bile sömürü iştahlarını doyurmaya yetmiyor kısacası.
Açlık ve yoksulluk sınırı rakamlarıyla, mevcut gerçeklik arasındaki devasa açı farkı her geçen gün büyür. Yukardaki rakamlar kısa süre önce birkaç bin TL daha düşüktü. Marketlerde etiket değiştirmenin özel bir iş haline geldiği bu koşullarda birkaç binin hızla pula dönüştüğünü hepimiz biliyoruz. Yani, bugün ücretlerde yapılan her artışın birkaç ay içinde uçup gittiği gerçeğini etimizde-kemiğimizde hissediyoruz. Ama bizzat devletin en tepesindeki çıkıp “asgari ücrete yılda bir artış yapılabilir” diye buyurabiliyor.
2024 asgari ücret belirleme sürecine gerçeğin özeti olan bu rakamlar, patronlar-siyasi temsilcileri-onların organik bir parçası haline gelmiş sarının sarısı sendikaların bildiğimiz yaveleri tekrarlamalarıyla giriyoruz. Daha süreç başlamadan ücret artışlarının enflasyonu tetiklediğini, iç talebin daha fazla daraltılması gerektiğini ilan etti sermaye temsilcileri. Üstüne bir de “Artış, hedeflenen enflasyon oranında olacak” diye buyurdular. Son olarak “asgari ücret artışı yılda bir kere yapılabilir” dediler hep bir ağızdan.
Hedeflenen enflasyonun ne menem bir şey olduğunu TÜİK’in başka bir gezegenden hazırlandığını düşündürten verilerinden biliyoruz! Tüm bu buyruklara, açıklamalara patronların kâr oranlarındaki büyüme eşlik etmeye devam ediyor.
Sözün kısası onlar açısından her şey olağanüstü bir dönemi imliyor. Kılıçların çekildiği, emekçilere “kemerlerinizi daha fazla sıkın” diye buyrulduğu olağanüstü bir dönem…
Bu böyleyken işçileri temsil eden en büyük örgütler olan sendikalar cephesinden her şey alelâde akışı içinde seyrediyor. En büyük konfederasyon sıfatını taşıyarak asgari ücret belirleme masasına kenar süsü olarak oturan Türk-İş “enflasyon oranı baz alınmalı, insaflı olunmalı” gibi dilenme ruhunu ifade eden genel geçer ve aslında Maliye Bakanlığı koltuğunda oturan Şimşek tarafından dillendirilen sermaye buyruklarının başka bir tekrarı anlamının ötesine geçmeyen bir söylemle durumu idare etmeye çalışıyor; ama edemiyor. Ağzındaki baklayı çıkarıp “pazarlığı 14 bin 25 TL’den başlatacağız” diyerek patronlar ve devletten önce elini açıyor. Onlar cephesinden bile 15 bin TL’nin telaffuz edildiği konuşulurken o, sahaya atlayıp ellerini rahatlayacak bir pas vererek görevini yerine getiriyor.
Asgari ücretin grev hakkı da olan, örgütsüz işyerlerini de kapsayan bir toplu sözleşme düzeni içinde, rakamın da Gayri Safi Milli Hasıla oranına göre belirlenmesi gerektiğini söyleyen DİSK ise doğruları tekrarlamanın ötesine geçemiyor. Kurduğu “meli/malı” cümleleri bile özne olmanın değil, edilgen bir bekleyişin ifadesi oluyor. Oysaki “meli/malı” diye ifade edilen beklentilerin işçi sınıfının fiili meşru mücadelesiyle gerçekleşebileceğini en iyi kendi kuruluş süreci gösteriyor…
Sermayenin örgütsüz/ucuz emek cehennemlerinden biri haline getirilen Urfa’daki Özak Tekstil işçilerinin tüm tehditlere, jandarma copuna, yasaklama kararlarına rağmen her açıdan eskimiş, aşılması gerektiği adeta haykıran, yasalarla değil, öz güçlerine güven üzerinden şekillenen duruşları işte bu gerçek içinden filizleniyor. Agrobay’ın inatçı direnişi ve sayıları giderek artan bu nitelikteki direnişler bu gerçeğin içinden filizleniyor.
Onların çoğalacağı günlerde ne patronların ne siyasi temsilci ve sarının sarısı işbirlikçi sendikaların böyle tepeden buyruklar yağdıramayacağıysa tarihsel tecrübelerle sabittir.