Kovid-19 salgınından önce yani “normal” dönemde de bir insan hakkı olan eğitim; eşitsizliklerin, ayrımcılığın ve şiddetin her biçimimin en yoğun yaşandığı alanlardan biriydi. Küresel salgın öncesinde 300 milyondan fazla çocuk okula gidemiyor, çok daha fazla çocuk insan haklarına dayalı olmayan, kalitesiz eğitim programı ve araçlarıyla karşı karşıya kalıyor, okullarda pek çok neden dolayı ayrımcılığa, şiddete maruz kalıyordu.
Kovid-19 salgını pek çok alanda olduğu gibi eğitim alanında da neoliberal politikalardan kaynaklı yaşanan sorunları; çok daha net bir şekilde önümüze koyarken tüm bu sorunları ve ihlal alanlarını daha da derinleştiriyor.
Türkiye’de de durum hiç farklı değil… Salgının ilk günlerinde okulların kapanmasıyla birlikte var olan altyapı, içerik, eğitime değil askeri harcamalara, savaşa ayrılan bütçe gibi sorunlar etkilerini hızla gösterdi. Eğitim-Sen’in salgın günlerine ilişkin tespit ettiği sorunların başında da gittikçe derinleşen eşitsizlik geldi.
Sendika, Ağustos ayında 2 bin 239 kişinin katılımıyla yaptığı “Pandemi Koşullarında Eğitim” başlıklı bir araştırmanın sonuçlarını paylaştı. Araştırma sonuçları; eğitim sisteminin, okulların ve eğitim emekçilerinin salgın koşullarında eğitime ne kadar hazır olduğunun görülebilmesi açısından önemli sonuçlar ortaya koyarken hükümete öneriler içeriyordu.
Araştırmanın en dikkat çekici sonucu, katılımcıların çok büyük bir bölümünün (yüzde 96,4), salgın sürerken eğitim öğretimin başlatılması halinde, kendi sağlığının ve ailesinin sağlığının tehdit altında olacağını düşünmesiydi ve bu mutlaka önemsenmesi gereken bir durumdu. Araştırmaya katılan eğitim emekçileri; kalabalık sınıf sorunu, okullardaki fiziki altyapı ve donanım eksiklikleri sürerken fiziki mesafe ve diğer tedbirlerin hayata geçirilmesinin mümkün olmadığını düşünmekteydi.
Ankete katılan eğitimcilerin tamamına yakını salgın döneminde eğitime ayrılan bütçenin ve okulların ihtiyacı olan ödeneklerin arttırılması gerektiğini ifade etmişti. Eğitimde yaşanan personel (öğretmen, yardımcı hizmetli vd.) yetersizliği vurgusu da ayrıca yapılmıştı.
Araştırma sonucunda; “çok sayıda ülkenin nüfusundan fazla öğrenciye sahip olan Türkiye’de koronavirüs küresel salgını gibi yüzyılın en ciddi tehdidi sürerken okulların açılmasında ısrar etmek, salgının öğrenciler, eğitim emekçileri ve aileleri arasında yayılması riskini kaçınılmaz olarak arttıracaktır” denmekteydi. Ve salgın tehdidinin giderek büyüdüğü koşullarda MEB’in okulların açılması sürecini; eğitim iş kolunda örgütlü sendikalarla acilen bir araya gelmesi ve süreci Sağlık Bakanlığı, sendikalar ve Türk Tabipleri Birliği (TTB) gibi meslek örgütleri ile koordineli bir şekilde yönetmesi önerilmekteydi.
UNICEF’de bu süreçte tüm dünyadaki çocukların eğitim hakkına ilişkin bazı tespit ve önerilerde bulundu. Birkaç gün önce yayımlanan bir bilgi notunda; “Koronavirüs salgını nedeniyle okulları kapanan en az 463 milyon çocuk için uzaktan eğitim diye bir kavram yok. Aylar boyunca eğitimi kesintiye uğrayan çocuk sayısı bu alanda başlı başına bir acil durum teşkil ediyor. Bu durumun ekonomi ve toplum üzerinde yol açacağı olumsuz etkiler önümüzdeki yıllarda hissedilecektir” dedi ve okulların çocuklar için güvenli şekilde açılması konusunun hükümetlerin öncelikli konusu olması gerektiğini söyledi. UNICEF hazırladığı rehberlerde hükümetlere politikaların reformu, kaynak düzenlemesi, güvenli uygulamalar, telafi eğitimi, refah ve koruma, toplumda en çok ötekileştirilen, hakları ihlal edilen çocuk gruplarının erişiminin öncelikli sağlanması konularında önerilerde bulundu.
Ancak öyle görünüyor ki 31 Ağustos’ta uzaktan eğitim ile eğitime yeniden başlayan Türkiye’de ne sendikanın ne de UNICEF’in ne de bu alanda çalışan diğer örgütlerin önerileri, tespitleri dikkate alınmış durumda. Evet, Milli Eğitim Bakanı bizzat kendisi, televizyonlardan ve sosyal medyadan görünür olarak süreci ne kadar da iyi yönettiğini hepimize anlatmaya çalışıyor. Ancak açık ki MEB; sendikalarla, meslek odalarıyla işbirliği yapmak yerine süreci yakından izleyen Eğitim Sen’i ortaya koyduğu sorunlar sebebiyle “dedikodu yapmakla”, “süreci istismar etmekle” itham ediyor. Bu yetmiyor yaşamlarını tıpkı sağlık çalışanları gibi riske atarak süreci bizzat gerçekleştirecek, eğitimcilere ödenen -zaten oldukça az olan- maaşları sistemin temel yükü olarak görüyor. Üstelik bu düşüncesini kamusal alanda açıklamaktan da hiçbir beis görmüyor.
Eğitimin piyasalaştığı, okulöncesinden yükseköğrenime kadar sermayedarlar için kar alanı haline geldiği, çocukların okulların içinde işçileştirildiği, bir tarım işçisi çocukla karşılaştığında “normalmiş” gibi onunla fotoğrafını sosyal medyadan paylaşan, özel okul sahibi bir kişinin bakan olabildiği zamanlarda ve bir ülkede tüm bunlar nasıl da “normal”…
Çağımızın filozofları bir daha eski “normallere” dönemeyeceğimizi, iktidarın “olağanüstü” bu süreci kullanarak kendine has “yeni normaller” üreteceğini, böylece yeni tür yozlaşma ve zorbalıklara maruz kalabileceğimizi salgının ilk günlerinden beri söylüyor. Bunun en çok işyerlerinde işçilerin, ücretlilerin çalışmaları biçimlerinde, fabrikalarda, şirketlerde ve son günlerde hastanelerde görmeye başladık bile… Mille Eğitim Bakanı’nın eğitimcileri yük gören ifadesi de bunun bir kanıtı sanki… Açık ki eskisi ya da -iktidarların kuracağı- yenisi tüm “normaller” başımıza bela…. Bir süre delirmek mi lazım acaba?