Sanat yönetmeni ve gazeteci Mıheme Porgebol ile ‘Hafıza Odası’ sergisi tartışmasını ve sanatı konuştuk
Gülcan Dereli
Hafıza nedir? Hafıza hem geçmiştir hem de şimdidir. Çünkü yeni bilgilerle daima yeniden kurulur. Geçmiş, onun deneyimi olan hafıza sürekli şimdinin bilgisiyle yeniden inşa edilen bir süreç. O nedenle “Tarih günümüzde gizli ve biz tarihin başlangıcında gizliyiz.” Ahmet Güneştekin’in Diyarbakır Sur’da sergilediği Hafıza Odası, tartışma yarattı. Bu tartışmanın fitilinin ateşlenmesinde sanat yönetmeni ve gazeteci Mıheme Porgebol’un önemli etkisi oldu. Biz de Kürt hafızasını, 40 yıllık mücadelenin sanat penceresini, fikri kaynaklarını, hafızanın derinde yatan sancısını Porgebol’le konuştuk. İyi okumalar…
Diyarbakır Sur’da yapılan “Hafıza Sergisi”, sadece sanat-hafıza konusunu değil Kürt coğrafyasında halihazırda yaşanan yaraları, bunların sanat eserlerine konu edilme biçimleri, sömürgecilik, acıların pazarlanması mı, sanatla yeni anlamlara kavuşması mı gibi pek çok konu başlığını tartışmaya açtı. Bu tartışmanın başlamasında sizin eleştirilerinizin payı oldu. Yakın hafızayı tazelersek sizi rahatsız eden neydi? Kalbinizi rahatsız eden neydi? Çünkü eleştirileriniz bir ‘hawar’ (çığlık), ‘edî bes ê’ (artık yeter) duygusu taşıyordu sanki.
Tartışmanın başlamasında eleştirilerimin payı olmuşsa elbette bundan gurur duyarım. Bu konunun, üzerinde çok yönlü durulmayı hak eden bir konu olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden bazı detayları özellikle açmak gerek. Sanat ve hafıza meselesini tartışacaksak öncelikle bir geçmişten söz etmemiz gerek. Sadece içinde yaşanan ana veya geleceğe dair bir hafızadan bahsedemeyiz. İçinde yaşadığımız an ‘eylem’, gelecek ise ‘tahayyül’le ilgilidir. Hafıza dediğimiz şey ise doğrudan geçmişe işaret eder. Yani, geçmiş yaşantıdan elde edilen maddi ve manevi tecrübeler bütününe. Bu tecrübeler şimdiyi, yani eylemi yaratır ve eylemler de geleceğe şekil verir. İşte burada hafızanın varoluşla doğrudan ilişkisinden söz edebiliriz. Sergiden sonra yapılan eleştiri ve ortaya konan tepkilerin çoğunda belirgin bir husus vardı: Katliamın, yıkımın, ölümün sürdüğü hususu. Kürdistan gerçekliğine dair sanatsal bir iddianız varsa, göz ardı etmemeniz gereken ilk husus budur. Bilirsiniz; taziye, her toplumda var olan, ölüyü defnederek veya yakarak fiziki olarak bu dünyadan uğurladıktan sonra geride kalanların onu yad ettiği törendir. İnsanlar toplaşarak ölüye dair duygu ve düşüncelerini birbirine aktarır, ölünün yakınlarına iletir. Şunu demek isterler: “Biz onu böyle hatırlıyoruz.” Böylece ona dair anılarını anlatısal bir forma dönüştürürler. İşte sanat bununla ilgilenir, yaşantıdan elde edilen tecrübelerin çeşitli formlara dönüşmesiyle. Taziye sırasında ölüye dair anlatılanlar hafızaya dönüşür.
Şimdi sergiye dönersek, serginin sanatçısı bu serginin başka yerlerde de yapıldığını ancak böyle tepkiler almadığını söyleyerek tepki gösterip eleştirenleri bir nevi “sanattan anlamamak”la itham ediyor. Oysa bu sergi Amed’de henüz tamamlanamamış ölümlerin, uğurlanamamış cenazelerin taziye çadırını kuruyor. Kürdistan’da 40 yıldır, hatta 100 yıldır bulunamamış, aileler tarafından hâlâ aranan kemikler var. O ailelerin hiçbiri gerçek bir taziye çadırı kurmamışken kim ne hadle “hafıza” oluşturmak adına “Ölümü kabul et” dercesine taziyeye gelebilir? Ortada tamamlanmamış bir ritüel, içinde direnişin yoğunlukta olduğu bir yaşam ve ölüme dair yeni anlamlar üretebilecek bir arayış var. Bu arayış tamamlanmadan hafızası oluşturulamaz.
Bu tartışmada dikkat çeken bir diğer konu “sanat”ın bir dogma, dokunulmaz bir alan olarak tariflenerek eleştirilere ve yapılan eyleme karşı çıkmaları oldu. Sanat nedir diye sormayacağım ama ezilen bir halkın sanatı nasıl olur diye sormak istiyorum. Çünkü bu gerçeklik konuşulmadan bu ‘sanat’ tartışması yapılamaz gibi geliyor.
Sanatın dokunulmazlığı iddiası tamamen tahakkümcüdür. İnsanların dokunulmaz kabul ettiği şeyleri sıraladığımızda hepsinin ortak yönünün baskı ve tahakküm arzusu olduğunu görürüz. Tanrı, din, devlet, baba, koca, sanat… Bir şeylere dokunulmazlık atfedildiğinde orada muhakkak bir iktidar vardır. İktidar, kendi egemenliğini korumak adına tartışılması yasak bazı kurallar getirir. Sanatın böyle taraklarda bezinin olmaması gerek. Çünkü sanatın dinamosu eleştiridir. En eski zamanlardan bugüne sanat “güzeli aramak”la ilişkilendirilir. Arayışın olduğu yerde tek bir seçenekte saplanıp kalmak mümkün mü? Hayır. Zaten tek bir seçenekte saplanıp kalmışsanız arayışta değilsinizdir, artık mahkûmsunuzdur. Yine başa geliyoruz, tahakküm. Mahkûmiyet ile tahakküm sözcüklerinin kelime kökenleri bile aynıdır.
Bu konuyu ezilenin sanatı çerçevesinde değerlendirdiğimizde karşımızdaki fotoğraf daha da belirginleşir. Eğer ki ezilen bir halkın ezenine, yani tahakkümcüsüne karşı bir itirazı yoksa ezilmeye mahkûmdur. Dolayısıyla sanatı da ezenin dayattığı anlayışa itiraz barındırmak zorundadır. Ezen taraf sanatı kutsuyorsa, ezilen “Vardır bunda bir hinlik” deyip eleştiriye sarılmalıdır. Her türlü sanat disiplininde bugüne kadar kendisine dayatılan form ve biçimleri sorgulamalıdır. Bu ona iki açıdan fayda sağlayacaktır: Birincisi kendine özgün sanatsal formlarını yaratabilmesi sürecini hızlandıracaktır. Diğeri de toplumsal ve bireysel özgürlüğünü, yani varlığını gerçekleştirebilmesini sağlayacaktır.
“Hafıza Sergisi” bir yüzleşme çağrısı iddiasında ama tetiklediği tartışma bizzat kendisinin Kürt gerçekliğiyle yüzleşemediğine dair eleştirileri gündeme getirdi. Halaylar, tabut başlarında selfieler, faile dair bulanıklık, sanat-ticaret ilişkisi gibi pek çok konu tartışmaya açıldı. Diyarbakır’da ne oldu da bunca başlık zuhur etti sizce?
Zaten Güneştekin’in kendisi gelen eleştirilerden sonra yaptığı açıklamalardaki satır aralarında itiraflarda bulundu. İşlerine “cemiyet”in, yani sosyetenin rağbet gösterdiğini söyledi. Güneştekin’in asıl itirafı da “Hassasiyetleri bilseydik belki daha farklı olabilirdi” ifadeleri. Ben de aynı şeyi düşünüyorum, hassasiyetleri bilselerdi böyle bir şöleni organize etmemeleri gerektiğini de bilirlerdi. Dolayısıyla sorunuzun gerçeklikle yüzleşememe kısmını açmak için sanatçının kendi itirafları yeterlidir.
Peki, Diyarbakır’da ne oldu da bunca başlık zuhur etti? Ben bu soruya hakikat penceresinden bakmak istiyorum. Esasında dünyanın birçok yerinde sergiler, koca koca prodüksiyonlar yapan, arkasında müthiş bir medya ve cemiyet desteği olan bir sanatçının hakikate bu kadar kayıtsız olmasına itiraz etti insanlar. İtirazlarını da kendilerini yaralayan her noktadan dile getirmek istediler.
Belki klişe olacak ancak Milan Kundera’nın “İktidar sizi nerenizden yaralıyorsa orası kimliğiniz olur” ifadesi bu durumu açıklıyor. Sergiye dair eleştirilerini iktidarın Kürtleri yaraladığı her alandan ele alıp bütünlüklü bir kimlik beyanına dönüştürdüler. Bu konu başlıklarıyla ölümlere, sömürgeye, kültürel kıyımlara işaret ederek meselenin aslını görünür kılmaya çalıştılar.
Sergi “Hangi Kürt hafızası?” konusunu da gündeme getirdi. Yıldıray Oğur’un “Türkiye’de Kürt sorununu çözmeyi sosyalistler başaramadı, İslamcılar da başaramadı, hatta liberallerin tezleri de bir ölçüde başarısız oldu. Bırakalım bir kez de kapitalistler denesin” cümlesiyle sonlandırdığı sergi yazısını Ahmet Güneştekin, “Bu ülkede o kadar çok bağımsız, ön yargısız, vicdan sahibi insan var ki… İşte o yüzden kızmıyorum ve de rahatım” diye paylaştı. Kürt hafızası kapitalistlere satılarak mı bu sorun çözülecek?
Yıldıray Oğur’un yazısında açık bir şekilde görülüyor ki kafası çok karışık. Aynı yazıda hesabı hâlâ verilmemiş Vedat Aydın’dan bahsederken hesap vermesi gerekenlerin “Kürt sorunu”na samimi yaklaşabileceğini sanıyor. Falan kişiler başarılı olamadı, kapitalistler denesin diyor ama bugüne kadar kimsenin zaten bu soruna samimi bir temelde çözüm önerileri getirmediğinden bahsetmiyor. Bayağı bir manipülasyon yapıyor. Türkiye Cumhuriyeti devleti tarihinde hangi iktidar kapitalizmle ilişkisini bir nebze azalttı ki yüz yıldır bu ülkede çözülmemiş bir sorunun çözümü için şimdi kapitalistlere bel bağlayalım? Bu tarz değerlendirmeler gerçekliği çarpıtarak görünmezleştirir, unutturur, tüketir. Güneştekin’in sözlerine bakalım bir de: “Bu ülkede o kadar çok bağımsız, ön yargısız, vicdan sahibi insan var ki… İşte o yüzden kızmıyorum ve de rahatım” demiş. Enstalasyondaki tabutu Sur’dan atan eylemciler, “Eğer gerçekten hafıza görmek istiyorsanız, Surlara bakmanız yeterlidir. Evlerimiz yıkıldı” diyor. Bunun neresinde vicdansızlık veya ön yargı var? İnsanların en sevdikleri ölürken, evleri yıkılmışken ve gelen tepkilerin neredeyse tamamı bu çerçeveden gelmişken senin kızıp kızmamanın ne önemi var. Zaten çok rahat olduğunu da bu sergiyi yapabilmesinden anlıyoruz. Bu rahatlık da artık ‘etik’in konusudur.
Kapitalizm, Kürt ve hafıza bağlamında da şunu söylemek istiyorum: Satılık Kürt varsa satılık Kürt hafızası da vardır. Bu noktada asıl sorgulanması gereken bu hafızanın hakikatle bağıdır.
Kürt halkı uzun erimli, neredeyse yüz yılı aşan bir cendere altında. Sanatı da öyle. Pek çok kilamı, hikayesi, destanı, şiiri bir tür yağmaya maruz kaldı. Bu da sanat adı altında yapıldı. Fakat, son 40 yılda yepyeni bir Kürt gerçekliği oluştu. Yeni perspektifler kazandı. Kürt kültür-sanatı bu gerçekliği ne kadar ifade edebildi? Eksikleri nelerdi?
Son 40 yıl, Kürt halkının binlerce yıllık sömürü gerçekliğine verilmiş en büyük cevaptır. Bu yanıt aslında az önce ezilenlerin sanatının nasıl olması gerektiğine dair sorunuza verdiğim yanıtın karşılığıdır. Yani Kürt hareketinin yapısına baktığınızda başlıca ilkeler görürsünüz. Bunların en önemlilerinden biri eleştiri ve özeleştiri mekanizmasıdır. Bu mekanizma sizin de bahsettiğiniz yeni perspektiflere olanak sundu. Oysa ne yazık ki Kürt sanatı Kürt gerçekliğini egemen sanat kabulleriyle aktarmaya çalışarak büyük bir yanılgıya düşüyor. Kürt gerçekliğini egemenin beğeni, biçim ve teknikleriyle aktarmaya kalkarsanız ve eğer samimiyseniz o gerçekliğin altında ezilirsiniz. Samimi değilseniz de yaptığınız şey o gerçeklerin üzerinde tepinmeye dönüşür. Dolayısıyla Kürt sanatçıların her şeyden önce doğru bir eleştirel kavrayışa, sonra da ciddi bir sanat politikasına ihtiyacı var. Bu ihtiyacı gidermek için Kürt hareketinin siyasi ve düşünsel alandaki tecrübelerini sanata uyarlamaktan başlanabilir. Diğer gereksinimler zaten zamanla ortaya çıkar ve giderilir.
PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın siyaset, sosyoloji, felsefe, tarih, kültür gibi pek çok açıdan üretimleri oldu. Bu üretimlerin sanatla en önemli bağlantı noktası sanki ‘hakikat.’ Sizce Öcalan’ın bahsettiği hakikat, nasıl bir sanat perspektifi çiziyor?
Bu çok geniş bir konu ancak kısaca şunları söyleyebilirim: Öcalan, hakikat kavramının üzerinde en çok duran düşünürlerden. Onun “Hakikat aşktır, aşk özgür yaşamdır” ifadesini Kürt hareketinin mevcut pratikleriyle değerlendirdiğimizde aslında bu sorunun da cevabına ulaşabiliyoruz. Sömürüye karşı bir itirazla harekete geçmiş bir yapı var ve bu yapının temel amacı özgürlük. Öcalan’ın mutlak bir özgürlüğe ulaşmak için sunduğu paradigmaya baktığımızda demokrasi, ekoloji ve cinsiyet kavramlarıyla karşılaşırız. Yani Öcalan, ‘egemen erkek insan’ın kendi dışındaki her şeye dönük kurduğu tahakkümü reddetmeye çağırıyor. Uygarlığın temeline müdahale etmeye çalışıyor. Eğer sorun uygarlığın temelindeyse sanatın bundan azade olması beklenebilir mi? Egemen erkek insan temas ettiği her şeye kendi iktidarını dayatmışsa kendi estetik beğenilerini dayatmamış olabilir mi? Bu yüzden Öcalan’ın ortaya koyduğu paradigmanın sanat perspektifinden yola çıkacaksak ezilenin estetikle ilişkisini merkezimize alıp, onun baskılanmış beğenilerini açığa çıkarmamız gerek.
Kürt sanatçılar kendini kandırmasın
Kürt sanatçılar, Kürt gerçekliğinin sanatsal dilini nasıl oluşturabilir? Hakikatin dili olmak, yeni anlamlar oluşturmak, acılı, dirençli, neşeli duyguların binbir rengini bir hafızaya işlemek için ne yapılabilir?
Yapılacak şey bellidir. Toplumu dinlemek. Toplumun gerçekliğine dönmek. Bugün Kürt halkının içinde yaşadığı atmosferi analiz eden işin ehilleri soykırım ve imha gibi kavramlar kullanıyorlar. Sıcak çatışmanın olduğu alanlara baktığınızda kimyasal silah kullanımından söz ediliyor. MHP’nin faşist lideri ülkedeki yoksulluk ve işsizliğin faturasını bile kebapçıda çalışan Kürtlere kesiyor. Sanatçılar kendini kandırmasın. Ortada bir varlık-yokluk mücadelesi var. Kürdü yok etmeye dönük onlarca bariz örnek varken iktidar, Kürt sanatçıyı ve Kürdün sanatını mı hoş görecek? Hele yok etmek istediği Kürdün hafızasını üretecek kadar başarılı bir sanatı… Bu tamamen safsata. Dolayısıyla bu halkın kayyum gibi bir gerçekliği varsa tiyatrocular şehir tiyatroları kurmak yerine mahalle, köy, sokak tiyatroları kurmalı. Halk açlığa mahkûm ediliyorsa sanatçı kendi imkanlarını kendi yaratmalı. Zaten böyle bir durumda halk da sanatçıyı sahiplenir. Aram Tigran bunun en net örneğidir.
Bunları söylerken “Sanatçı toplumun istediği sanatı yapsın” demiyorum. Sanatçı yok edilmek istenen bir toplumun bir parçası olduğunun farkında olsun diyorum. Zaten bu gerçeklik içerisindeki yerinizi kavrayıp bunu benimsediğinizde bireysel olarak da yaptığınız sanat ve ürettiğiniz eser topluma dair bir şeyler söylemiş olur.