Geçtiğimiz hafta sonu 97 yaşında hayatını kaybeden Rahşan Ecevit’in ölümü üzerine Ecevit ailesiyle ilgili kimi anılarım beni yazmaya zorladı.
Türkiye siyasetinin bir dönemine damgasını vurmuş merhum Bülent Ecevit’le yakın ilişkimiz, Demokratik Sol Parti’nin kuruluş aşamasında başladı.
1980 darbesiyle tüm siyasi partiler kapatılmış, 81 Anayasası’nın kabulü ile hayatımıza yeni siyasi partiler girmişti.
Siyaset yasağının kaldırılması ve parti kurulmasına izin verilmesiyle birlikte 1983 yılında art arda siyasi partiler kurulmaya başlandı. Halk arasında ambleminden dolayı “Horoz Partisi” olarak adlandırılan ve genel başkanı Turgut Sunalp olan Milliyetçi Demokrasi Partisi, Turgut Özal’ın kurucusu olduğu Anavatan Partisi, Necdet Calp’in kurucusu olduğu Halkçı Parti ve bir grup CHP’linin Erdal İnönü başkanlığında kurduğu Sosyal Demokrasi Partisi birbirini izledi. Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Alpaslan Türkeş ile Deniz Baykal ve başka bazı önde gelen siyasetçiler gözetim altına alınmış ve siyasi yasaklı haline getirilmişlerdi. 12 Eylül cuntası, seçime bunlardan ilk üçünün katılmasına izin verdi, önce Erdal İnönü’yü, sonra partisini veto etti. Kenan Evren, Turgut Sunalp ve partisi MDP lehine televizyonda propaganda yapmasına rağmen seçimleri Turgut Özal’ın Anavatan Partisi (ANAP) kazandı.
İlk kez Zincirbozan’da gözaltında iken yakın çevresiyle yaptığı temaslarda Bülent Ecevit, CHP’nin devamı olan Halkçı Parti ve Sosyal Demokrasi Partisi’ne sıcak bakmadığını açıkça söyledi, serbest bırakılınca da parti arayışına geçti. Siyasi yasaklılığı devam ediyordu.
İlk çalışmasını, CHP’nin önceki genel sekreterlerinden Şeref Bakşık, iş insanı Murtaza Çelikel ve Türk-İş eski başkanlarından Halil Tunç’tan oluşan üç kişilik bir ekibe yayınlattığı bildiri ile yaptı.
Kamuoyunda büyük yankı uyandıran bu bildiriden sonra hareketin İstanbul ayağı için CHP eski milletvekillerinden değerli dostlarım Av. Dr. Engin Ünsal, Av. Doğan Öztunç, iki sendikacı arkadaşımız Kemal Akman ve Tevfik Hasançebi ile ben Ankara’ya Ecevitlerin evine çağrıldık.
Daha önce 1961 yılında Ankara’da Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’ndeki bir konferansında dinlediğim solcu gazeteci, şair ve yazar Ecevit’ten hayli etkilenmiştim. İlk defa çok yakından ve evinde görüşüyordum. 1980’de olsa gerek, Türkiye Barolar Birliği seçimleri için baro yönetimindeki CHP’lilerle görüşmek istemiş, rahmetli dostum Kazım Kolcuoğlu ile gittik. Orhan Apaydın’ı destekliyorduk TBB başkanlığı için, kendisi bize Mustafa Üstündağ aracılığıyla başkasını önerdi. Onun adaylığının mümkün olmadığını belirttik.
Evine gittiğimizde Rahşan hanım, bize ince belli, kulplu bardaklarla çay ikram etti. Oran’daki kooperatif evi çok mütevaziydi. Salonda büyükçe bir kitaplık vardı. Bir duvarı kaplamasına rağmen nedense beklediğimden daha az gibi geldi bana. Kendisi içeride bizim imzamızla yayınlanacak İstanbul Bildirisi’ni yazarken kitaplara göz gezdirdim. Her alandan kitap vardı. Nedense aklımda kalan bir tek ünlü ressam Monat’nin hayatını anlatan büyük ebatlı kitap oldu.
Bize karşı çok nazik ama oldukça otoriterdi. Arkadaşlarımızdan birinin bağırsakları bozulmuş ve sık sık tuvaleti kullanmaktaydı. Evde sular kesikti ve tenekelerde biriktirilmiş suları her kullanımdan sonra Bülent Bey götürüp tuvalete döküyordu.
Örgütlenmenin aşağıdan yukarıya ve mahallelerden hatta sokaklardan başlaması gerektiğini, en büyük başvuru kaynaklarımızın apartman kapıcıları olması gerektiğini söyledi. Örgüt biçimini anlattıktan sonra askerler gibi bize “vazife tekrarı” yaptırdı adeta. Engin Ünsal, İsveç’te bulunduğu ve İsveç Sosyal Demokrat Partisi’ndeki çalışmalarının sonucu olan uzunca bir broşür hazırlamıştı. Onu sununca biraz önce tuvalete tenekeyle su döken o alçak gönüllü adam, otoriter biçimde “onlar benim işim” dercesine bizim, verilen görevleri yerine getirmemizi yineledi ve yazıyı almadı.
İstanbul’da kısa sürede bu bildiri kırka yakın, çoğunluğu eski CHP’li yöneticilerden oluşan kişi tarafından imzalanıp yayınlandı. Toplantılar benim büromda yapılıyordu ve sekreterya bendeydi. Her ilçede ayrı ayrı toplantılar yapıyorduk ve isimleri tespit edip listeler hazırlıyorduk.
Birkaç gün sonra tekrar aynı ekip çağrı üzerine Ankara’ya evine gittik. Rahşan hanım yoktu ve Gürer Aykal’ın eşiyle pazara gittiğini söyledi Bülent Bey. İstanbul’daki toplantıların sonucunu benim aktarmamı istedi arkadaşlar. Sebebi sonradan anlaşıldı, çünkü netameli bir konu vardı. Halil Tunç, örgütçe pek benimsenmiyor, Murtaza Çelikel’in de zengin bir iş insanı olması deyim yerindeyse “bazı burun kıvırmalarına” neden oluyordu. Tabii ben acemi, örgütçe dile getirilenleri yumuşatarak ilettim ve sert bir tepkiyle karşılaştım. Bir süre sonra Bülent Bey İsveç’e gitmek üzere İstanbul’a geleceğini bildirdi, kalabalık bir grupla havaalanına yakın bir otelde buluştuk ve bana hiç ilgi göstermedi. Halil Tunç kızgınlığıydı tabii.
Ecevit daha İsveç’teyken Halil Tunç, gecikmekte olan hareket ve örgütlenmedeki aksaklıklarla ilgili bildiri yayınladı, hareketten ayrıldı. Dönüşte telefon ederek Tarabya Oteli’nde sekiz-on kişiden oluşan bir toplantı yaptık ve tüzük taslağıyla üye listelerindeki kişisel bilgi eksikliklerini konuştuk. Listelerde yer alması gereken bilgiler arasında anadil de vardı. Ben buna itiraz ettim. Özellikle Kürtlere karşı bir ayrım olabileceğini belirttim. Çok sevecen bir şekilde bana döndü ve “gayet tabii, bunu arkadaşlar koymuşlar ve çıkarılmalıdır” dedi.
Bu toplantıdan sonra listeleri oluşturduk, üç bine yakın kişiden oluşan listeleri vermek üzere evine gittik. Sanırım bu dördüncü ya da beşinci ev ziyaretimizdi ve bundan sonra ne arandık, ne sorulduk. Ayrılırken memnun görünüyordu ama sonradan öğrendiğime göre Engin Bey dolayısıyla bizi uzak tutmuş.
Babası, Kürdizade Prof. Dr. Fahrettin (Fahri) Ecevit’tir. 1950 öncesi Kastamonu milletvekilidir. Annesi ressam Fatma Nazlı hanımdır. Kürt kökenine ve şiirlerinde bir Kürt kadından söz etmesine rağmen son dönemlerde Kürtçeye ve Kürtlere karşı milliyetçi bir tavır edinmişti. 1973 seçimlerinde Maraş’ta ikisi Alevi ve Kürt olan Oğuz Söğütlü ve Mehmet Özdal’ın tercihle seçimi kazanmalarını hazmedememiş, her ikisine çok mesafeli davranmıştır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne “ya Kürtler bir antoloji çıkarmaya kalkarlarsa”, Irak’tan gelen petrol boru hattını Kürtler bombalar endişesiyle karşı çıkmıştı. “Kürtçe diye bir dil yoktur, Kürtçe bir diyalekttir” derdi.
Mehmet Ali Aybar’ın cenazesinde karşılaştık, yüzünü çevirdi. Baroda görüştüğümüz Süleyman Demirel ise uzaktan gülümsedi ve gidip saygılı bir biçimde elini sıktım.
Tanıdığım Ecevit buydu. Lise yıllarında tanıştığı Rahşan Aral’la dillere destan bir aşkla altmış yıl süren bir evlilikten ve on dört yıllık bir ayrılıktan sonra kavuştular. Allah gani gani rahmet eylesin.