M. Ender Öndeş
N’ooldu? Pek havalıydınız 1989 Kasım’ında? Utanç Duvarı’ydı adı, değil mi? Taşlar söktünüz şehvetle, çığlıklar atarak kutladınız o günü. Off, ne kötüydü canım o duvar, ne zalimdi! İnsanları ne kadar da kısıtlıyordu!
Matah bir şey değildi elbette. Bana sorarsanız kapitalist ülkelerin yurttaşları sosyalizme kaçmasın diye örmesi gereken bir şeydi, orası ayrı hikâye. 1945 sonrasında Berlin’i anti-komünist bir casusluk üssüne çevirmek de ayrı bir suç öte yandan ama neyse, kötüydü işte, olmaması gerekirdi, eyvallah aldık kabul ettik, tamam.
Ama ne oldu şimdi? Erken öten felsefe horozları bi şeyin sonunu ilan etmişlerdi de unuttum şimdi bak, n’oldu o şeye ya? İktisatçılar, sistemin önünde açılan muazzam pazarlardan ötürü sevinç çığlıkları atıyorlardı, yanlış mı hatırlıyorum? Nereye gitti o bolluk düşleri?
Şimdi neredeyiz gerçekten?
Bütün büyük haber ajansları aralarında anlaşmış gibi aynı kavramı kullanıyorlar: Düzensiz göçmenler! Vaaay, özür dileriz baylar, çok özür dileriz. Biz nehirlerde, denizlerde boğulup giderken, orman kuytularında soğuktan geberirken, pek düzen veremiyoruz kendimize, pardon, çok pardon! Kusurluyuz, biliyoruz, affedin lütfen. Ama nedir sizin düzen dediğiniz, bir bilsek? “Rutubetten diyorsun, vücudunuzdaki ağrı / Duvarlarımızdaki leke de ondan / Söyle öyleyse bize: Rutubet nerden?” diye soruyordu Brecht‘in işçisi, hekimle konuşurken; gerçekten, insanın sorası geliyor: Nedir bu düzensizliğin sebebi? Sizin o büyük kentlerinizin sokakları, caddeleri gayet düzenliyken, ışıklı kafelerde, şenlikli parklarda düzen hüküm sürerken, biz niye böyleyiz hakikaten? Rengimiz mi bozuk acaba? O yüzden mi lanetlendik? Aklımız mı kıt? Açlık ve soğuk şeklimizi mi bozuyor? Üstümüze saldırtılan köpekler ve sıkılan mermiler yürüyüşümüzü ya da duruşumuzu mu deforme ediyor?
Peki, kim parmağını soktu yaşadığımız ülkelere? Kim dağıttı evimizi barkımızı? Bağımızı bahçemizi kim tarumar etti? Geçtik lanet olası savaşlarınızı, kim çürüttü topraklarımızı? Kim kuruttu suyumuzu? Kıçı kırık hastanelerimizi nasıl şirkete çevirdiniz de biz yalnızca morgunu ziyaret eder olduk? Okullarımızı nasıl kuru dört duvara çevirdiniz de geleceğimizi kuramaz olduk? Ekmek nasıl mermiyle girdiği her savaştan yenik çıktı da elimizi yakar oldu? Taşı toprağı altın şehirler nasıl oldu da çöpünden medet umduğumuz mezbeleliklere döndü? Kendi yurdumuzda düzenliydik de gurbet mi bozdu ayarlarımızı?
Öyle demiyordunuz hiç? Hiç numara yapmayın, salağa da yatmayın! Kürre-i arzın artık bir musibetten kurtulduğuna ve bir daha asla duvarlar örülmeyeceğine, herkesin kırlangıçlar gibi bir uçtan bir uca dünyayı dolanacağına yeminler ediyordunuz. N’ooldu peki? Şimdi bizim önümüze çekiyorsunuz yüzlerce kilometrelik ucubelerinizi.
Düzensizler ha! Gidinin ahmakları, sizin bir düzeniniz var demek! Berlin’deki gibi? Öyle mi? “Budala zaptiyeler sizi! Kum üzerine kurulu sizin düzeniniz! Devrim daha yarın olmadan, ‘zincir şakırtıları içinde yeniden doğrulacaktır!’ ve sizleri dehşet içinde bırakıp, trampet sesleri arasında şunu bildirecektir: ‘Vardım, varım, var olacağım!’”
Bekleyin! Bekleyin! Acele yok! Bu daha hiçbir şey değil, daha neler neler var bu yüzyılın geriye kalanında! Siz yıkılmış duvar görmemişsiniz efendiler!