1 FİLM 1 YÖNETMEN Çeviri: Tolga Er
‘Tabu’ filmi tezatlıkları ve sürekliliği iki farklı dönem ve mekanda ele alıyor. Filmin akşamdan kalma halde başladığını, sarhoşlukla sonlandığını belirten yönetmen Gomes, sinema mucizesi için, ‘İnanılmayacak şeylere inanma becerisini kazandırmak’ diyor
Yönetmen Miguel Gomes’in 2012 yapımı “Tabu” isimli filminde bugün ve geçmiş farklı bir kurguyla bir araya gelir. Bir kaşifi takip ettiğimiz kısa girişin ardından önce “Paradise Lost” (Kayıp Cennet) bölümü başlar, filmin ikinci yarısındaysa “Paradise” (Cennet) bölümüne geçilir. Her iki bölüm farklı zaman ve mekanlarda geçerken, biz de filmle beraber günümüz Lizbon’undan kolonileştirilmiş Afrika’ya, Tabu adındaki bir dağın eteklerine geçmişe gideriz. Filmin bölümlerinde Aurora isimli bir kadının hayatının iki ayrı dönemine odaklanır: Yaşlı Aurora yitip gitmiş geçmişin pişmanlığını yaşarken, genç Aurora daha tutkulu bir hayatın hayalini kurmaktadır. Yönetmen Gomes’in sunduğu tüm bu kurgu, Avrupa’nın kolonyal geçmişi arka planında inşa edilir. İkinci bölümde modern zamanda alışılmışın dışında kabul edilebilecek bir yöntem izlenir.
Bir anda onlarca yıl geriye Aurora’nın gençliğine gidilirken, diyalog yerini hikaye anlatısına bırakır; birinin ağzındandır artık takip edeceğimiz hikaye. Aurora, Afrika’da Gian Luca Ventura isimli birine aşık olur ve artık onların yaşadıklarına tanık oluruz. “Tabu”, yoruma açık olduğu kadar düşüncelerle dolu zengin bir yapımdır. Film yapaylık, sinema, hafıza, ırk, kolonyalizm ve yasak aşk konularını ele alırken, izlediği yol her zaman açık seçik önümüzde değildir, daha çok duyumsal ve gizemlidir. Aşağıdaki söyleşide ise yönetmen Miguel Gomes, “Tabu” filminde kolonyalizme hangi pencereden baktığını anlatırken, sinemanın kendisi için ne anlama geldiğine değiniyor.
Öncelikle Portekizce’nin konuşulduğu Afrika sinemasını, özellikle de 1960 ile 70’lerin post-kolonyal devrimci sinemasını konuşmaya başlamak istiyorum. Bu filmler de sizin ‘Tabu’filminizle nadir görülen bir şekilde ele aldığınız sorunları gündeme getiriyor.
Dürüst davranmak gerekirse, film bence kolonyalizm ve sinema tarafından yaratılmış mitolojiye daha yakın. Örneğin Hollywood tarafından oluşturulan Afrika, “Tarzan”dan “Out Of Africa” (Benim Afrikam) gibi bir şeye, “Mogambo” ve “Hatari” gibi filmlere uzanıyor ki, bu da Afrika’nın devrimci sinemasından çok, klasik Amerikan sinemasına daha yakın. Angola ve Mozambik özelindeyse, önemli anlamda yeterli sinematik geleneğe sahip olduklarını düşünmüyorum. Eski Portekiz kolonilerinin 1975 yılındaki bağımsızlıklarının ardından iç savaşlar başladı ve bu filmleri yapmak için bir fırsat yoktu. “Tabu”nun bakış açısı için en başından beri bir fikrim vardı; ikinci bölümde bu insanlar var, sanki filmdeymiş gibi davranan beyaz insanlar. Keyif çatıyorlar ve etraflarında sosyal ve siyasal olarak ne olduğundan tamamıyla bihaberler. Filmin sonuna gelindiğinde, Afrika’da onlardan bağımsız olmak isteyen insanlar olduğu için şaşkına dönüyorlar.
Kolonyalizm mirasıfilmin ikinci yarısındaki Aurora ile değil, şimdiki zamanda geçen birinci bölümünden Pilar ile tasvir ediliyor. Sankifilmde beyaz olmanın yükünü bir tek o sırtlıyormuş gibi.
Birinci ve ikinci bölüm arasında karşıt birçok unsur var. Bunlardan biri; ilk bölümde, insanlar siyasi ve sosyal olarak çevresinin ve hatta belki de toplumun çöküşünün çok daha farkında. Demek istediğim dünya epeyce adil değil. Fakat bu farkındalık onun herhangi bir kişiye adil davranmaya itiyor görünmekten çok uzak. Fakatikinci bölümde, karakterler siyasi olarak tamamıyla bihaber, hiç umursamıyor, sanki bir Hollywood filminde oynuyorlar, eğleniyorlar gibi görünüyor.Kafamızdaki şeylerden biri, filmi belirsiz bir suçluluk hissiyle başlatmaktı. Filmin ilk bölümündeki ana karakter olan Pilar’ın olmasını istediğimiz şeydi, çünkü hasarıtamir etmeyi, diğer insanların suçluluğuyla ilgilenmeyi isteyen türde bir karakter. Afrika bölümü biz Batılıların konuşmak istemediği bir tabu. Hizmetçi Santa ile Aurora arasında tuhaf bir ilişki yaşanıyor. Fakat Aurora’nın apartmanındaki hiçbir yerde Afrika’ya dair hiçbir bahis veya işaret yok.İzleyicinin bunak gözüken bu yaşlı kadını görmesine ve ikinci bölümü izlediğinde şöyle demesine izin vermek istedim: “Evet, suçlu olmak için bazı nedenleri var.”
Bir bakıma şu ana kadarki üç filminiz de kendine yeten dünyalarla başlıyor ve ardından parçalara ayrılıyor.
Evet. Bence sinema, bizi geçmişe götürme, bir bakıma çocukluğa götürme becerisine sahip. Bu, büyüdüğünüzde artık inanamayacağınız, belli şeylere inanabileceğiniz bir mekana götürdüğü anlamına geliyor. Noel Baba veya herhangi bir şey. Ve sinema, tamamen yalan olanı, hakikat olmayan bir yapıyı göstererek, bir bakıma o zamanı ziyaret etmeye, inanılmayacak şeylere inanma becerisini yeniden kazandırmaya izin veriyor. Sinemanın izleyiciye sunduğu mucize işte budur. Her film açısından bence her zaman böyle bir güdü, böyle bir kurgu arzusu var… … Film, yeniden yazmaktır, çünkü tüm bu insanları görüyorsunuz, gördüğünüz kişilerden bazıları yeni karakterler olarak başlıyor. Sanki gerçekte gördüğünüz bazı şeyleri yeniden ziyaret etmek gibi. “Tabu” açısından da bence aynı şey. Belki “The Face You Deserve”e (Hak ettiğin Yüz) daha yakın: Hakikatten kopuş; ki hiç gerçek değil! Bilindik yaşamda, sıradan hayatta böyle bir arzu var:Kurgu. Bu sinema anlamına da geliyor, şarkı ve edebiyat anlamına da. Robinson Crusoe veKatherine Hepburn, Errol Flynn. Bilmiyorum; romantik timsahlar ve Phil Spector şarkıları. Filmin bu ikinci bölümü o hikayeyi dinleyen insanların hayatlarını, yani Pilar ve Santa’nın hayatlarını değiştirmeyecek. Fakat onların bir kurgu güdüsü var. O yüzden ikinci bölüm, birinci bölümün karakterlerine, bu kurgu arzusunu tatmin etmek için verilen bir hediye gibi sanırım.
Peki ya filmdeki timsah?
Bir keresinde, “Tabu” için ilk kez gittiğim Berlin’de, basının tek sorduğu timsahtı,timsahın anlamıydı. Gazetecilere verdiğim ilk yanıt, ‘timsah timsahtır, bilirsiniz,timsahlardan hoşlanırım, nedenini bilmiyorum, ama timsahlar ilgimi çeker’ oldu. Ve sonrasında hep aynı yanıtı verdim. Bir keresinde, yanıt veriyordum ve başka bir şey dedim. Şöyle dedim: “Bilirsiniz, timsahların çok yaşlı görünmesinden hoşlanırım. Dünyaya zamanın başlangıcında girmiş gibi görünürler,tarih öncesindenlerdir. O kadar yaşlılardır ki insanların çoktan unuttuğu şeyleri hatırlarlar.” Timsahın zamanla bir ilgisi olabileceğinin ancak o zaman farkına vardım. O bir tanık gibi; bir tanığımız olmalı. Aşık olan ve ayrılan insanlar. Yükselen ve düşen imparatorluklar, kolonyal imparatorluk. Belki zaman içerisinde insanların hareketlerini gördüler. Aynı filmin başındaki hikayedeki gibi; kaşifi yiyen timsah ve hayalet eşiyle yan yana var olmaya devam eden kaşif. Timsahın duygusal olan her şeye tanıklık ettiği zamandaki bu süreklilik.
Filmin ikinci bölümündeki diyalog yokluğu, eksik bir gerçekliğe neden olurken, izleyicinin hayal dünyasına daha fazla alan bırakıyor. Sinemanın ilk günlerindeki en önemli özelliklerinden biri de buydu. Çelişkili bir biçimde ‘Tabu’da bu durum modern izleyiciyle arasına mesafe koyma etkisi yaratıyor.
Bu uzaklık bana gerekli gözüken bir şey. Sözde post-klasisizm, post-modernizm, post-kolonyalizm kültüründe yaşıyoruz… Her şeyin ve herhangi bir şeyin ‘post’u. O yüzden yaratmak istediğim klasik sinemanın masumiyetini yeniden keşfederken, modern bir mesafe kurabilecek, bunun hakkında saf olmayacak bir yol bulmaktı. Pilar’ın hemen başlarda sinemada izlediği, timsah tarafından yenmeden önce hayalet olarak ortaya çıkan eşini gören kaşif hakkındaki filmi biliyorsunuz. “Tabu”nun olayı romantizmden uzaklaşmaktı, böylelikle film adım adım ilk duyguyu yeniden yaratabilmeyi, kendimizi içinde bulduğumuz tarihi ana dair görüşü kaybetmeden başarabilecekti. Ekibime söylediğim buydu. Film akşamdan kalma halde başlamalı, sarhoşlukla sonlanmalıydı. David Phelps, Tom Hall ve Alexandre Prouvèze’nin röportajlarının bir bölümü Türkçeleştirilmiştir.