Düşünce dünyasının hayat ve gelecek karşısındaki varoluşsal kaygıları, üretimlerini aksatıyor olabilir ama yaratamama meselesi bununla ilgili bir durum değildir. Kanımca bu durum, düşüncenin düşüşe geçtiği zamanın ruhuyla ilgilidir. Bu düşüşü dünyayı sarmalayan düşünsel bir fakirleşme olarak tanımlayabiliriz. Günümüz dünyasının maruz kaldığı yegane başarısızlık, entelektüel donanımın düşüşe geçmiş olmasıdır. Bunun sonucu olarak gündelik hayat ve gelecek tasavvurumuz “ahmaklığın ilhakı” altına girmiştir. Bu durum aynı zamanda entelektüel dünyanın kaybı olarak da okunmalıdır. Sürecin başından beri nedenleri belli olan bu “zihinsel fakirleşme” sinemadan sanata, edebiyattan şiire, felsefeden siyasete kadar birçok alanda gerileme ve vasatlık ortaya çıkarmıştır. Ayrıca dünyadaki ırkçı ve sağ popülist siyasi aktörlerin yükselişini bu durumdan bağımsız düşünemeyiz. Postmodern çağın ardılı olarak sahneye konulan bu “düşünsel fakirleşme mekanizması” kamusal bütün kurumlar üzerinden sistematik bir öğreti olarak yaygınlaştırıldı. Zihinsel çevikliğin kırılması olarak tanımlayabileceğimiz bu hakikat, tüm düşünsel akımları derin bir entelektüel fakirleşme çağına fırlatmıştır. Birkaç ilkeli kuramcının dışında, bütün diğerleri “ahmaklığın krallığına” itaat etmek için hem düşünsel hem de politik egemen söylemleri meşrulaştırmak üzere muktedirlerin istenç ve tasarımlarına uygun söz söyleyip eskizler çiziyorlar.
Sürece son hızla angaje olup organik birer yandaşa dönüşüyorlar. Muktedirlerin “eğitimli ve kültürlü dostları” olarak medyada her gün, geleceğin sosyal kurguları üzerinde zihinleri şoka uğratan gösteriler yapıyorlar. Genellikle içerik ve kapsamları önceden belirlenmiş konular üzerinden “- mış gibi” yaparak “ulusal ve kültürel kimliklerin olmayan efsaneleri” etrafında yeni mitler yaratıyorlar. Dolayısıyla entelektüel dünyanın fakirleşmesi neticesinde “ırkçı ve sağcı popülist politikacılar” ortaya çıkıyor. Putin’den Trump’a, Erdoğan’dan Kim’e kadar vasat liderler, yükselişlerini düşünsel fakirleşme süreçlerine borçludur.
Bugün dünya siyasi aktörlerinin “entelektüel karşıtı kin ve kibirleri” de düşünsel olanın vasatlaşmasıyla bağlantılıdır. Dünyada olup bitenlere bakarken, geleceğe dair endişelerin her birini hem mevcut siyasi aktörlerin yüzünde hem de sözlerinde görmek mümkündür. Nitekim son yıllarda Batı’da olup bitenleri klasik liberal demokrasi döneminin krizi olarak görmek gerekir. Özellikle Trump’ın Amerika’yı tekrar büyütmek için oluşturduğu program bunun en bariz örneğidir. Bu doktrine göre liberal demokrasi, eşit olmayanları eşitlemeye çalışan adil olmayan yönetsel bir aygıttı, maddi ve manevi anlamda değişmeliydi.
Beyazların manevi öfkesinin temsilcisi olarak seçilen Trump liberal demokrasi ile uğraşmak yerine, 21. yüzyılın Hıristiyan demokrasisini inşa etme ideali ve ihtimali üzerinde yükselmeye çalıştı ve buna göre bir maneviyat dünyası yarattı. Dolayısıyla demokrasinin temel kıstaslarını zorlayan beyanlarla, açık toplum fikrine ciddi saldırılarda bulundu. Aynı zamanda Trump, Batı demokrasisinin geçmiş değerlerine uzanan bir restorasyon planıyla, yeni bir değerler merkezi kurma fantasmasının peşinden koştu ve kendisini de aşan bu hayali gerçekleştirmek için yeni bir siyaset sistemi kurdu. Dolayısıyla Amerika açısından bir yeniden yapılandırma olarak algılanan ticaret ve vergiler karmaşası, salt ekonomik eksenli bir dayatma olmaktan çıktı. Fakat bu saptama, Brüksel’in içinde bulunduğu demokrasi krizinin eleştirilmemesi anlamına gelmez.
Amerika yönetiminin açtığı demokrasi gediği, AB açısından da her geçen gün dipsiz bir uçuruma doğru evrilmektedir. Zira AB, kendi tarihsel mirasının zeminine dönmezse, Birleşik Devletler’in uğradığı değer ve itibar kaybının benzerini yaşamak zorunda kalacaktır. AB’nin merkezinde Orbán gibileri kendi “neoliberal devletini” kurma cüretkarlığına başvurabiliyor; Erdoğan gibileri de yüz yıllık bir sistemi kendisine göre uyarlayıp, Türk tipi bir despotizmi kurabiliyor. Yani Rusya’dan, Washington’a kadar hükümetler “çılgın adamlar” tarafından yönetiliyor. Birkaç örnek dışında dünya çapında sağcı popüler ve ırkçı-faşizan rejimler halklara ya savaşları dayatıyor ya da demografik yapı üzerinden etnik temizlik planları yapıyorlar. Kültürlerarası çatışma retoriğinin kaşıdığı ırkçılık ve milliyetçiliğin radikal kaleleri, sanıldığı gibi sadece refah düzeyi yüksek merkezi Avrupa ülkeleri değildir artık.
Bugün Türkiye’de Suriyeliler ve Kürtler başta olmak üzere bütün ötekilere karşı nefret düzeyinde bir ırkçılık yapılmaktadır. Lakin Avrupa’nın bazı “geç ulusallaşmış” ülkelerindeki ırkçılık yükselişini Türkiye’dekinden ayrıştıran temel özellik, mevcut rejimin bariz nefret söyleminin sistematik işlevselliğidir. Bütün bunlar ana akım medyada açık toplum fikirleri gibi tartışılıyor ve konuşan tüm “uzmanların” beyanları eşleşiyor. Bu yapısal sorunlar “durumsal” olgularla sınırlı değildir, yirmili yıllarda başlayan ve ikinci dünya savaşından sonra hız kazanan eşitlikçi-liberal demokrasiye ve sosyal devlete katkıda bulunan entelektüel dünyanın emeği büyüktür. Bunu anlamak için liberal demokrasinin imtiyazlar pratiğine bakmak yeterlidir.
Lakin salt bu dengeleyici dinamik bile eski ve yeni ırkçı despotların uğursuz yollarını son birkaç yıl öncesine kadar kapatmıştı. Çünkü Batı demokrasi kültürü açık toplum olma yolunda ilerlemeyi ortak bir hedef olarak öngörüyordu. Dolayısıyla Batı ittifak sisteminin bir parçası olarak kalmaya devam eden her ülke, ulusal çaptaki değişim ve dönüşümleri de kıtanın merkezi değerlerine göre tasarlıyordu. Hiç şüphesiz bütün bu değişim ve dönüşümlerin ana hattı üzerinde eski dünya entelektüellerinin etkisi çok büyük olmuştur. Onun için esas değerler merkezine ve düşünce ruhuna dönmek her geçen gün daha zorunlu hale gelmiştir. Dolayısıyla mevcut düşünsel fakirleşmenin basıncından kurtulmadan, yeni değerler yaratma şansı olamaz.