Ülkenin içinde bulunduğu tekçi rejime karşı toplumsal barışı inşa etmek için HDP’nin İstanbul’da düzenlemiş olduğu Demokratik Cumhuriyet Konferansı’ndan, yine ülkedeki hukuksuzluğun somutlaşmış hali olan Kobani Davası’na katılmak amacıyla İstanbul’dan Ankara’ya geçerken yolda Maraş merkezli depremi, bölgedeki yakınlarımın telefonuyla öğrendim.
Depremden hemen sonra ilk göze çarpan devlet yetkililerinin şaşkınlığı ve nasıl hareket edeceklerinin bilmezliği oldu. Deprem bölgelerinden çok yönlü ve hayati temelde yardım çağrıları vardı. Ancak devlet ve hükümet yetkililerinden çıt çıkmıyordu. Buna karşın başta deprem bölgesine yakın olan çevre illerden olmak üzere Türkiye’nin birçok yerinde sivil toplum örgütleri, meslek odaları, siyasi partiler ilk etapta ellerine ne alabildilerse deprem bölgelerine akıp, seferber oldular.
Bu bağlamda Yeşil Sol Parti Heyeti olarak da depremin ikinci günü Adana, İskenderun, Arsuz, Antakya, Islahiye, Nurdağı, Pazarcık, Gölbaşı, Adıyaman ve Diyarbakır’ı kapsayan deprem bölgelerinde yardım, gözlem ve tespitler yapmak, depremzedelerle dayanışmak için yola çıktık.
Deprem bölgesinde ilk göze çarpanlar; molozlar şeklindeki enkaz yığınlarıydı. İkincisi insanların çaresiz şekilde bu enkaz yığınlarının etrafında bilinçsizce dolaşmaları ve yakınlarına yardım eli uzatamamanın çaresizliğiydi. Yine en dikkat çekici noktaların başında, market ve fırınların kapalı olması nedeniyle insanların beslenme ihtiyaçlarını karşılamak için başta zincir marketler olmak üzere marketlerin camlarını kırıp beslenme ürünlerini almaya çalışması ile, enkazlarda arama kurtarma ekiplerinin olmamasından dolayı vatandaşlar kendi kiraladıkları iş makineleriyle ve el yordamıyla yakınlarına ulaşma çabası ve tabi bütün bu can pazarında kamu otoritesinin yokluğu geliyordu.
Devlet gerçekten yoktu. Devlet merkezi otoritesiyle olmadığı gibi yerel otoritesiyle (belediye, valilik vs) hiçbir unsuruyla devlet sahada yoktu.
Adana’da yıkılan bina sayısı diğer deprem bölgelerine oranla az olmasına rağmen yıkılan binaların çok katlı olması nedeniyle can kaybı tahmin edilenden yüksek olacağı kesindir. İskenderun’da insanların tepkileri devletin olmamasıyla beraber dolgu alanına imar izninin verilmesineydi. Nitekim İskenderun’da Tepeler mevki denilen sahilden uzak kesimlerde yıkımlar olmazken, yıkılan binaların çoğunluğu dolgu alanlarındaki yapılardı. Üstelik dolgu alanı deniz seviyesinin altında olduğu için deniz taşmış ve yaklaşık 200 m kadar kentin içine deniz suları girmişti. Hatta yer yer deniz seviyesi iki metreye kadar yükseldiği de gözlemlendi. Arsuz ise tamamen yalnız bırakılmıştı. Arsuz’u gezerken 1778 tarihli Mar Yuhanna Rum Ortodoks Kilisesi’nin yıkıldığını gördük.
Kiliseye yaklaştığımızda hemen Hristiyan vatandaşlar yanımıza geldiler. Bir yandan kilisenin tarihini anlatırlarken bir yandan da yalnız bırakılmalarına sitem ediyorlardı. Mahcup mahcup dinledik onları.
Depremin üçüncü günü vardık Antakya’ya. Mesafe olarak kısa ama zaman olarak uzun bir yolculuktan sonra ancak girebildik Antakya’ya. Biz Antakya’ya vardık ama Antakya artık yoktu. Uğur Mumcu Meydanı’nda buluştuk arkadaşlarımızla. Kısa bir bilgi aldıktan sonra hem arama kurtarma çalışmalarına yardım etmek hem de Antakya’yı gözlemlemek için yürümeye başladık. Yürüdük, yürüdük, yürüdük… Kilometrelerce yürüdük bir meydandan başka bir meydana, bir caddeden başka bir caddeye. Antakya’da ayakta kalan bina bulmak çok zordu. Kimileri kendi imkanlarıyla annesinin, babasının, küçücük evlatlarının, eşlerinin ve yakınlarının cansız bedenlerini enkazdan çıkarıyordu. Battaniyeye, halıya veya buldukları herhangi bir örtü parçasına sarıp kendi imkanlarıyla gömmeye götürüyorlardı. Sokaklarda cenazeler yan yana dizilmiş, bazen de kamyonetlerin arkasına üst üste konmuş durumdaydılar. Kimileri enkaz altındaki cenazelerini çıkaramamanın çaresizliğiyle enkazların başında yakınlarının yasını tutuyordu. Kimileri de enkaz altında gelen yaşam belirtisi seslerine heyecanla yaklaşıyorlardı ama çıkaramamanın kahredici çaresizliğini yaşıyorlardı. Onlar yaşadıkça biz de aynı çaresizliği yaşıyorduk.
Uğur Mumcu Meydanı’nda siyasi partiler ve STK’lar temel beslenme yardımlarını koordine etmeye başlamışlardı. Ama üçüncü gün halen ortada kamu otoritesi adına bir varlık yoktu. Üçüncü günün akşamı Islahiye’ye hareket etmek üzere yola çıktık. Ancak yolda depremden kaynaklı yer yer yarıklar meydana gelmiş yer yer de tümsekler oluşmuştu. Ancak ulaşıma açılmıştı yollar. Geceyi İslahiye’nin Boğaziçi köyünde geçirdik. Köyde de halk kendi imkanlarıyla 45 cenazeyi çıkarmışlardı. Buraya gelen tek yardım köylülerin İstanbul’da ve Avrupa’daki akrabalarının yönlendirmiş oldukları yardımlardı. Kamu otoritesi buraya da ulaşmamıştı. Geceyi araçta geçirdik ve sabah erkenden Islahiye’ye doğru yola çıktık. Islahiye meydanına varmak için yoğun bir çaba sarfettik. Lakin şehir içinde meydana çıkan her yol enkazlar nedeniyle kapalıydı. Islahiye’nin yüzde 50’si yıkılmış durumdaydı. Ancak dördüncü günde artık beslenme ve temel ihtiyaç malzemeleri deprem bölgelerine ulaşmıştı. Fakat halen arama kurtarma ekipleri bazı yerlerde ya hiç yoktu ya da yetersizdi. İnsanlar halen enkazların başında kendi yakınlarının seslerini duyduklarını bize iletiyorlardı ve yakınlarını çıkaramamanın çaresizliğini yaşıyorlardı.
Erdoğan da etrafındaki koruma ordusuyla enkazlardan uzak deprem bölgeleri turuna çıkmıştı. Gittiği her yerde insanların feryatlarını dinleyip müdahale etmek yerine, sahada çalışan insanları tehdit etmekle meşguldü. AFAD ise depreme hem mental, hem de lojistik olarak hazırlıksız yakalanmanın şaşkınlığını üstünden attıktan sonra deprem bölgelerine gelen yardımlara el koyup bize aktarılanlara göre ulaştırılması gereken yerlere dağıtmıyordu.
Islahiye’den sonra Nurdağı’nı geçip depremin merkez üssü olan Pazarcık’a vardık. Pazarcık’ta cemevleri binalarını siyasi partiler ve STK’ların gelen yardımlarının tasniflenmesine ve depolanmasına açmışlardı. Burada HDP’nin kayyum atanmayan ender belediyelerinden olan Silopi Belediyesi ve Dersim Belediyesi sıcak yemek dağıtmak için aşevlerini kurmuşlardı. Pazarcık’ta hasar almayan bina neredeyse yok gibiydi. Ancak yıkım oranı Antakya’ya göre daha düşüktü. Kamu otoritesi Pazarcık’ta da yoktu.
Devamında Adıyaman Gölbaşı’na geçmeye çalıştık. Depremin yıkıcı etkisi bütün merkezlerde olduğu gibi Gölbaşı’na da varmak trafikten kaynaklı neredeyse imkansızdı. Gölbaşı’daki görüntüler diğer deprem merkezlerini aratmıyordu. Hem depremin yarattığı yıkım, hem koordinasyonsuzluk, hem kamu otoritesinin yokluğu, hem de arama kurtarma çalışmalarının yok denecek kadar az olması nedeniyle depremzedeler çaresizdi. Bizler de mahcup şekilde birbirimize bakmaya devam ettik. Akşama doğru Adıyaman’a vardık. Karapınar Mahallesi Cemevi’nde HDP’nin öncülük ettiği yardım organizasyonunda sıcak yemek ve temel yardım çalışmalarının yapıldığını gördük. Ancak koordinasyonsuzluk burada da ilk göze çarpan durumdu. Enkaz bölgelerini gezdik. Kamu otoritesini ilk kez Adıyaman’da gördük. Adıyaman’da güvenlik görevlileri trafik düzenlemesine yardımcı oluyorlardı. Yine ilk ciddi anlamda arama kurtarma çalışmasını Adıyaman’da gördük. Adıyaman’da Soma’dan gelen madenciler ciddi bir çalışma ile arama kurtarma çalışmalarını yapıyorlardı.
Ancak halkın tepkisi dinmiyordu. Hem yaşamın her alanında kamu otoritesinin yetersizliği, hem de geç kalmışlık can kaybının yükselmesindeki temel unsur olarak göze çarpıyordu. Adıyaman’da enkaz başında bir depremzede; ‘dikkat edin başınıza bir şey gelirse devlet yok, bunu bilin’ şeklinde öfke ve kızgınlıkla birlikte sahadaki gerçekliği anlatıyordu. Adıyaman’daki kriz koordinasyonunda bulunan Yeşil Sol Parti Adıyaman İl Eş Sözcüsü’nün eşinin kardeşi enkaz altında bulunmasına rağmen insanlara yardımcı olmak için canla başla çalışıyordu. Bir yandan acılarına rağmen canla başla çalışanlar diğer yandan dördüncü günün sonunda bile yeteri kadar sahada olmayan kamu otoritesi ve yetkilileri.
Gecenin geç saatlerinde Diyarbakır’a geçtik. Sabah erkenden Diyarbakır’daki enkazları gezdik. Diyarbakır’da Koordinasyon Merkezi erken kurulmuştu. Depremzelerle ilgili olarak barınma dahil (çadırlar ve akraba dayanışması) birçok sorun çözülmüştü. Koşuyolu’nda bulunan çadırları gezdiğimiz sırada bir depremzede ‘…kısacası bu hükümet, bu devlet süreci yönetemiyor, dünyaya hükmettiğini söylüyorlar ama 10 ili yönetemiyorlar’ diyerek deprem sürecini yönetememe haline tepkilerini dile getiriyorlardı.