Unutmanın yası var, hatırlamanın da şenliği var. Tersi de makul ve mümkündür. Düşününce; düşlerken, düşteyken, düşüşlerdeyken, düşlerden düşünce her şey bir, her yer yek. Bildiklerimiz bilmediklerimizin alevinde, bilmediklerimiz bildiklerimizin temaşasında. Hepsine de tamam ve tav olmuşken, başladığımız yeri artık hatırlamasak da unutamıyoruz. Dert, serttir.
Esirgenen sevinçler, boğazlanan gülümsemeler, yok edilen güzellikler, her birinin hayaleti dolaşıyor bu yokluk cehenneminde. Henüz doğmamış sebepler ürkütücü geliyor sonuçlara ve kahretmekten usanmıyor. Yanlışlar itibar, doğrular linç seyrediyor. Kimin ayna olduğu, kimin yansıdığı birbirine karışmış. Elden düşme bir zamanın ablukasında her şey yaşamak; görmek, dokunmak, duymak ve diğerleri.
Eşelendikçe vahimleşen olaylar, anlıyoruz ki birbirinden kaçmış. Büyük bir pusu var, herkesin kulvarında koşmaya müsait. Gelirler, giderler seremonisi geçerli bir teselli, vazgeçirmeye de hevesli. İnsan mayışıyor, matlaşıyor, bir şey olmaktan bir şeylerin bir şeyine evriliyor.
Belkilerin sonu yok, umut çok. Beklentilerin hesabı yok, günlerin girdabı çok. Sırayla gelecek, gelecek herkese gelecek ve buna herkes şahit kalacak. Gözler, avuçlar, kalpler, fallar, kehanetler, enerjiler; uzay çağı bu, dünya büyüyor, belkiler beklemekten intihar ediyor. Sırayla her şey, sebep bile, susmak bile. İhmal ettiklerimiz ihtimal olup devleşiyor ve deviriyor.
Serin bir hevesin rüyası için, günler, aylar, yıllar zamana karışıyor. Heba ile feda arasında ince bir çizgi, üstünde gidip geliyor, dönmenin yollarına bela oluyoruz. İstisnalar kaidelere saldırıyor, yasalar insanlara itaati dayatıyor.
Vaaz edilen temkinler, tedbirler ve teşebbüsler dünyaya bakıp uçurumlardan atlıyor. Her şey artık paramparça bir merhametin dibinde kendini anımsamaya çalışıyor. Olanlar, olması gerekenler, olmaması gerekenler bir hare ve herkesin etrafında bir sis duvarı. Biat bağırıyor her yer, herkese ve kimseyi ıskalamadan.
Pejmürde bir sıkıntı çağında her birimiz payımıza düşeni alıp yollara düşerek birer mezar yeri beğenmeye gidiyoruz. Dünya olmadıysa dünyanın dibi, olmadı gökyüzü. Kendimizi bir yerlerde görme ve gömme dışında bir yaşam kalmadı.
Harcanmış zamanlara yalvaranlar, kırılmış hayallere dadananlar, buruşmuş müjdelere yakınanlar hayatı işgal edip herkesi arafta bekletiyor. Dünya bir bekleme yeri, nerede kaybolacağı meçhul, kiminle buluşacağı netameli ve varışların yokluğun oyuklarına sindiği bir yer. Bilinir ki; dünya her şeyi hazmedendir ama affeden değildir.
Teşvik edilen bir yaşam, insanı insandan tecrit ediyor. Tehdit edilen bir hayat haykırsa da duyulmuyor. Tedavi, ıslah ya da evcilleşmek ısmarlanıyor artık hem de her dilde. Hissediyor, bekleniyor, yolu gözleniyor hatta çağrılıyor dualar ve totemlerle. Tahayyül etmek, isyan etmek, ütopyalarda uyumak aklın çekmecelerinde saklanıyor.
Sırasını salmış günlerin cenderesinde her şey sürüncemede bırakıldı. Huzurun taklidi hayata yakışmıyor ama yapışıyor. Dünya bir bozgun yeri, herkese sirayet, her yere esaret getiriyor. Sonrası yok, kalmıyor da. Sınırlar ve sınıflar acılardan acılar beğendiriyor; yara sergisi izleniyor ve beğeniliyor. Seçtiğimiz ne varsa bizi seçeneksiz bırakıp dünyaya bıçak çektiriyor. Çektiğimizi çekelim bir gözdağı gibi. Benzemek yaşamaktı, yaş alıp eğilmekti.
Haftanın kitap önerisi: Ken Kesey, Guguk Kuşu / Çeviren: Duygu Akın, Nemesis Kitap