Bir müddetten beri içinde olduğumuz ve zaman aktıkça daha da belirginleşen küresel ortamda, yeryüzünde savaşlar yaşanmakta, savaş yaşanan coğrafyalar gittikçe genişlemekte, genişledikçe yeryüzünün tümüne yayılma potansiyeli yüklenmektedir.
Bu savaşların birbiriyle sanki ilişkisi yokmuş gibi gözükenler dahil, hepsi, binbir dolayım kanalıyla küresel hegemonya boşluğu tarafından ve bir alt düzeyde de o boşluğu kendi ihtiyaçları doğrultusunda yapılandırmak isteyen büyük küresel güçler tarafından birbiriyle ilişkilendirildikleri bir alanda konumlanmakta ya da konumlanmaya zorlanmaktadırlar. Daha alt bir düzeyde de, bölgesel bir hegemon güç olabilmek için kendi bölgesi çapında bir “stratejik özerklik” kazanmayı amaçlayan hamleler yapan güçler söz konusu “küresel bütünsellik” yapısındaki ilişkiler alanına dahil oluyor.
Dünya tarihinde önceden yaşanmamış bir özel savaş/savaşlar dönemine giriyoruz, daha doğrusu girdik. Henüz oluşum halinde ve sonu gözükmeyen, anlamaya çalışmamız ve bu özgün döneme dünya işçi sınıfının çıkarları açısından nasıl müdahale etmemiz gerektiğini tartışmamız gereken olağanüstü bir durum!
Elbette anlamaya çalışırken önce yaşanan 1. ve 2. paylaşım savaşlarına bakacağız; ama kendimizi böylesi bir bakışla sınırlarsak şimdi yaşadıklarımızı yorumlamamız ve doğru bir yol haritası çıkarmamız yeterli olur mu, olmaz!
Önce yaşanan küresel düzeydeki savaşlardan farklı koşullarda yaşıyoruz; evet, savaşları kışkırtan gene sermaye sisteminin yapısal özellikleri, ama kapitalizmin günümüzdeki haliyle önceki halleri çok farklı.
Kapitalizm, somut-tarihsel bir sistem, yani mutlak ya da doğal değil, tarih içinde belirli bir zamanda belirli koşulların varlığı üzerinden oluşan ve hiçbir mutlaklık taşımadan yaşamını sürdüren hatta günümüzde yaşamının belki de en güçlü aşamasında olan bir sistem.
Peki, bu sarsıntılar neden?
Kapitalizm yapısal açmazları hep vardı, ama kapitalizm yeryüzünün tümüne yayılıp adeta tartışılmaz bir egemenliğe ulaştığı günümüzdeki aşamasında, aynı zamanda içinde barındırdığı yapısal açmazlar da onu sarsıp zorlayacak bir güce ulaştı; öyle ki, artık kapitalizmin sınırları ufukta görülüyor; her somut-tarihsel durum gibi kapitalizm de kendi özgün yaşamının sonuna doğru sürükleniyor. Yani, artık geleceği olmayan bir sistem kapitalizm, bağlı olarak günümüzde yaşanan savaşlar bu “geleceksizlik” tarafından damgalanan savaşlar!
Hemen vurgulayalım, sonunun ufukta gözükmesi hemen o ufka ulaşacağımız anlamına gelmez, sistemin egemenleri ellerindeki muazzam güçlerle o ufku sürekli daha uzağa itecektir, ama o ufkun varlığını yok etme kapasitesine sahip değiller!
Dünya tarihinin belki en sancılı en zorlu dönemine girdiğimizi, bu dönemin önceden görülmemiş kötü sürprizlerle, yoğunlaşmalar ve gevşemelerle, iniş çıkışlarla, süreklileşmiş savaşlarla, süreklileşmiş yoksullukla, doğal afetlerle, önceden görülmemiş covid benzeri salgın hastalıklarla, yüz milyonları kapsayan göç dalgalarıyla..vd. dolu olduğunu derinlemesine ve soğukkanlılıkla kavramalıyız.
Kapitalizmin son bulma süreci sürdükçe, zamana yayıldığı oranda yayılıp yoğunlaşacak savaşlar ve felaketlerle yeryüzündeki toplumsal (hatta canlı) yaşamı zorlayacağını, kendi sonunu engelleyemezse de bir uygarlık yıkımı yoluyla insanlığı yıkıma uğratabileceğini saptamalı ve bugün yaşanan savaşları da onların da içinde olduğu böylesi bir geniş zeminde kavramalıyız.
Bu gerçek olasılık, yani “geleceksizlik” baskısıyla yaşanabilecek farklı şiddetlerde kaos/kaotik durumlar olasılığı; şimdiki küresel savaş/savaşlar gerçekliğinin, geçmiştekilerin ana özelliği olarak onlara ismini veren “paylaşım” ögesinin şimdi de varlığını sürüyor olmakla birlikte, adeta bir sarmaşık gibi kendisini saran “düzen” arayışıyla birlikte var olmasını belirliyor. Artık sadece bir “paylaşım” savaşı değil, “geleceksizlik” üzerinden kendisine yüklenen “çözülme” riskini aşabilmek için sistemin “düzen” ihtiyacına savaşlarla çözüm arayışı da söz konudur.
Evet, belki de içinde olduğumuz döneme gelecekten bakanlar “1. Küresel Düzen Savaşı” yaşadığımızı tespit edecekler. Sistemin farklı düzeylerdeki bütün egemenleri kendi egemenliklerini daha güçlü hale getirmek için bir “paylaşım” savaşı verirken, aynı zamanda hepsinin var eden sistemin yaşar kalabilmesi için asgari düzeyde olsun zorunlu olan “küresel düzen” ihtiyacı tarafından baskılanacaklar.
Mevcut krizlerini aşarak kendisini daha yüksek bir düzeyde yenileyip-güçlendiremeyen sistem, var olan krizleriyle birlikte, onlara geçici çözümler getirerek kendisini sürdürme-sona erememe, kendi tıkanışını sürekli “eklerle” sürdürme açmazıyla yüzleşebilir. Hegel’in “sonsuz kötü” kavramı düşüncelerimize esin verebilir.
Önceki savaşlardan bir farkı da, mevcut savaşların gittikçe coğrafi olarak daha geniş alanlara yayılması gerçeğinin bir sınıra gelip çarptığı ve beklendiği gibi büyük güçlerin birbirleriyle en azından şimdilik savaşmadığı başka bir gerçeklik olmasıdır. Bu durum, o alana da sıçramayacağı anlamına gelmez, ama böyle de sürüp gidebileceği bir olasılığı değerlendirmemiz gerekir.
Silahların olağanüstü yıkım gücü ve küresel ekonominin iç içelik oranındaki yükseklik o sınırın öne çıkan yapı taşları.
Yani, büyük güçlerin birbirleriyle doğrudan savaşmadığı, ama yeryüzünün yerel ve bölgesel savaşlarla sürekli zorlandığı bir savaş/savaşlar dönemi ve bağlı olarak büyük güçler dahil yeryüzündeki bütün siyasal ve toplumsal koşulların bu “sürekli savaş” gerçeği tarafından yeniden yapılandırıldığı bir özel tarihsel durum!
Var olan bütün siyasal ve toplumsal konumlanmaların, yayıldığı coğrafyalar gittikçe artarak sürüp giden “sürekli savaş” gerçekliği tarafından yeniden yapılandırılması!
…Yeni Normal!
Mevcut çoklu krizlerin, bazen sönümleniyor görünümü verse de gerçekte artık çözüm gücü olma kapasitesi çözülen-zayıflayan sistem tarafından aşılamayarak sürüp gitmesi, sürdükçe yerleşerek “yeni normal” konumuna yerleşmesi!
İşte, orada burada sürekli savaşlar olur, arada yeni virüslerin tetiklediği ölümcül salgınlar yaşanır, yazları ormanlar yanar, işsizlik yayılır ve yayıldıkça muazzam bir toplumsal bataklık olarak küresel yaşamı çürütür, sık sık gıda ve su kıtlığı yaşanarak hiç de “gösterilmeden” milyonlar ölür, aç-susuz kalan yüz milyonlar yollara düşüp göçmenleşir, o göçmenler üzerinden düşmanlık söylemi üretilerek demokrasiler tasfiye edilip yeni türden faşizmlerin egemenliğinin önü açılarak, normalleştirilir, sözgelimi “yüz tanıma” gibi gözetim ağlarıyla kaplanan yerleşim alanlarında herkes ve her şey gözlenip, fişlenir!
Kaçış -çıkış yollarının da tıkandığı bir “yeni normal”/yeni yaşam dayatması!
Savaşa dönersek, bir yeni durum olarak, savaşlar artık sadece devletler arasında yaşanmıyor ve öyle görünüyor ki giderek yükselen bir eğilim içinde artık devlet dışı farklı biçimlere bürünen örgütler de günümüzde kendisini yapılandıran sürekli savaş gerçekliğinin aktörleri olarak sivriliyor. Hemen yanı başımıza bakarsak; Haşdi Şabi, Hizbullah, Hamas, HTŞ…vd.
Bu yapıların çıkış ivmesi, başka sebeplerin yanı sıra sermayenin yeni küresel konumlanmasının ulus devletlerin yapısında yarattığı birbirine zıt iki önemli eğilimin ürünüdür: Ulus devletler sermayenin küreslleşmesinin yarattığı riskleri asgariye indirmek için, özellikle büyük küresel güçler başta olmak üzere, daha çok yoğunlaşmış ve merkezileşmiş daha güçlü yapılar olmaya zorlanırken; aynı zamanda tam zıddı yönde bir eğilim içinde eski “vazgeçilmezlikleri” aşılarak, sermayenin farklı “güvenlik” araçları arayışlarının önü açılmakta; ayrıca, büyük güçlerin dışındaki devletlerin bazıları da çözülme ya da parçalanma eğik düzleminde hareket etmektedir.
Ek olarak ve devrimci güçler açısından özellikle vurgulanması gereken bir durum da, halkın devletlerden soğuyup kopma ve kendisini korumak için kendi örgütlerini kurma, fiili durumlar yaratarak kendisini var etme eğilimidir.
Bu yeni durumlardan yola çıkarak, devletler “savaş kurallarına” uyma zorunluluğu olmadığı için daha “rahat” edecekleri kendilerine bağlı devlet-dışı askeri yapılarla kendi ağlarını güçlendirirken; tam tersi yönde oluşan somut-tarihsel bir devrimci eksen üstünde, devletlerden bağımsız halkçı-devrimci yapılar oluşuyor.
Toplumsal ve siyasal hareketlerin anti-kapitalist bir alanda birbirleriyle farklı dolayımlarla ilişkilendikleri bir “devrimci alan” yerel, bölgesel ve küresel düzeylerde farklı biçimlere bürünerek kendisini fiilen oluşturuyor. İşçi hareketleri, kadın kurtuluş hareketleri, işsizlerin öfkeli isyanları, doğa savunucularının ve savaş karşıtlarının hareketleri, başka irili ufaklı birçok direnişlerle ortaklaşarak fiilen kapitalizmin etrafını kuşatıyor.
Kapitalizmin egemenleri, devletler ve devlet dışı örgütler/çetelerle egemenliği altında tuttukları dünya halklarının çöken kapitalist sistemin kendilerine dayattığı “cehennemde yaşama” seçeneğine karşı öfkeli tepkilerini bastırmak, sürekli yoksulluk, savaşlar ve ekolojik yıkımlarla kendisini inşa eden “cehennemde” yaşamayı normalleştirmek istiyor, sermayenin taleplerine uysalca biat edilen köleliği dayatıyor.
Halklar farklı biçimlere bürünen tepkilerle kendilerinin cehenneme sürüklenmelerini reddediyor.
Reddediş, kimi zaman ne yaptığının pek de bilincinde olmayan ama en doğal yaşama hakkının savunulduğu (ücretlerin arttırılmasından daha rahat yaşayabileceğini düşündüğü farklı coğrafyalara ulaşabilmek için göç yollarına çıkmaya…vd.) kendiliğinden hareketlerden hareketlerden başlayıp; ne yaptığının bilincinde ama kendisini belli alanlarda sınırlayan sözgelimi sömürgeci dayatmalara karşı halk olarak özgür yaşama hakkını savunmaya, oradan bilinçli bir anti-kapitalist hatta yerleşmeye ya da sistemin tarihsel düşmanı işçi sınıfının tarihsel hareketinde konumlanmaya dek uzanan öznelerden oluşan bir direniş ve özgürleşme ekseni!
Öyle görünüyor ki, sistemin insanlığa dayattığı kapatıp boğarak çürütme-köleleştirme-yıkım ve farklı biçimlere bürünmüş özgürlükçü-devrimci güçlerin iç içe geçtiği bir dönemin içine giriyoruz! Ya da, daha doğrusu, zaten içinde olduğumuz bu durum bir biçimde “eski normale” dönülmeden gittikçe yoğunlaşıp küresel toplumsallığı belirleyerek sürüp gidecek!