1993 yılında Ermeni Soykırımı konusunda kitap yayınlamaya karar verdiğimizde amacımız sadece bir hakikati dile getirmek değil, aynı zamanda yeni soykırımların önlenmesi bilincine katkı sunmaktı. O yıllarda sadece Bosna’da değil, Kürt illerinde de yaşanan bir felaket sözkonusuydu. Biz insan hakları savunucuları 1993-95 arasındaki dönemi “kirli savaş” dönemi olarak tanımladık.
3,5 milyon kadar Kürt bu dönem köylerini terk etmek zorunda bırakıldı, evleri yakılıp yıkıldı. Bu gerçekliği İstanbul’da düzenlenen BM Habitat Konferansı’nda dile getirdik ve boşaltılan Kürt köylerinin ayrıntılı haritasını hazırladık. (Bu döneme ilişkin olarak benim Bir Ülkeye Ağıt / Belge Yayınları 2003 ve Bir Kadına Ağıt / Belge Yayınları 2003). Son kitap Dersim’de kaçırılıp vahşice öldürülen Ayten Öztürk örneğinde katledilen Kürt kadınlarına adanmıştı.
1993 yılı Haziran’ında düzenlenen BM Dünya İnsan Hakları Konferansı’nda yaptığım basın toplantısında ve 1994 yılında Kahire’de düzenlenen Akdeniz NGO’ları konferansında bu dönemi “Annus Horribilis” (Dehşet Yılı) olarak nitelemiştim.
Kahire’de korkunç savaş ve abluka koşullarında Saraybosna’da yayına devam eden Oslobodenje gazetesi editörü ile bir araya gelmiştik. Oslobodenje gazetesinde Boşnak, Sırp ve Hırvat kökenli Yugoslav gazeteciler birlikte çalışmaya devam ediyordu, Sırp ve Hırvat faşistlerinin acımasız saldırıları devam ederken.
Biz de Özgür Gündem gazetesinde farklı kökenden ve kimliklerden insanlar olarak demokratikleşme ve Kürt sorununun demokratik çözümü için birlikte çaba harcıyorduk. Sadece bu mu? Ermeni Soykırımı gerçekliği de basında ilk kez Özgür Gündem’de dile getirildi. Aynısı HADEP’de yapıldığı gibi.
1992 yılı Aralığının 12’sinde, tam da Dünya İnsan Hakları gününde Kumkapı’daki binamız basıldı ve bütün “Kürt” arkadaşlar götürüldü. Hatta Ferda Çetin, basın özgürlüğüne ilişkin bir panelde konuşacaktı. Sandalyesi boş kaldı. İpleri ele alan Haluk Gerger hoca önderliğinde biz “Türk” arkadaşlar, gazeteyi tek bir gün bile aksatmadan çıkarmayı başardık.
1999 yılında yine bir mucize kabilinden gazetemizi Zeytinburnu’nda çıkarmayı başardığımız bir sırada, genel yayın yönetmeni olarak gittiğim İtalya’da Floransa kentinde düzenlenen bir basın özgürlüğü toplantısında Oslobondenje gazetesi editötü ile birlikte deneyimlerimizi paylaşmıştık.
Oslobondenje gazetesi Saraybosna’da Ratko Mladiç önderliğindeki Sırp kuvvetlerinin saldırısına uğradı; 1994 Aralığında da İstanbul’da Özgür Gündem (ben Özgür basını hep o isimle anıyorum), Kürtçe çıkan Welat gazetesi ve Belge Yayınları’nın ofislerinin bulunduğu binalar eş zamanlı olarak bombalandı. Gazetenin Ankara’daki ofisi de. Zaten daha 1992 yılında ilk bombalar yenmişti.
Sırp sniper’ları değil ama “bizim” sniper’lar köşe yazarlarımızı, muhabirlerimizi, dağıtıcılarımızı vurmaktaydı. Ferhat 19’unda, 3 yıllık, çiçeği burnunda gencecik bir muhabirdi. Köşe yazarımız Musa Anter ise 72’sinde. Ben ise 70’inde İnterpol kaçağı!
Rafi Hermonn Arakses, üstelik telif alarak Özgür Gündem geleneğindeki gazetelerde yazdı. Üstad Mıgırdıç Margosyan da, o zor dönemde, 1999 yılında bizde yazmayı kabul etti. Filozof Yılmaz Öner, eşi şair Metin Altıok Sivas’ta öldürülen Nebahat Altıok, o zor zamanda bizim için yazdı. Ferda’nın ablasıydı Nebahat. Cağaloğlu’nda Sivas kıyımı sonrası Metin Altıok anısına kitap çıkarmak için koştururken tanışmıştık. Nebahat Altıok ile. Şimdi adı bile anılmıyor, Metin Altıok anmalarında. Ne kadar istemiştim onun ve Yılmaz Öner’in yazılarının derlenip Belge’de yayınlanmasını. Olmadı.
Versailles Sarayı’ndaki Dünya Kültür Zirvesi’ni izliyorduk Raffi ile. Toplantılardan birine girerken Zülfü Livaneli ile selamlaşıyoruz. Yanında o zamanki Paris Büyükelçisi Sönmez Köksal. Rafi’nin yakasındaki Özgür Gündem kartına Büyükelçinin acaip biçimde baktığını fark eden Raffi, her zamanki hazırcevaplığı ile anında refleks veriyor. Türk basınında yer verseydiniz orada da yazardık! Türk basınından kovalanan az meslekten gazeteciye yer vermedi Kürt basını.
Nebahat da Ayşe’den bir süre sonra 2002 yılında öldü, kalbi durdu. Ve her ikisi 2003 yılında mahkum oldular. 28 Şubat cuntası İHD’yi boy hedefi yapmıştı. Genel Merkez’e baskınlar düzenleniyordu. Yani 28 Şubat’ın tek kurbanı RTE değildi!
Ve bir baskında kütüphanedeki kitaplara el koydular. Ve o dönemdeki İHD yönetimini toptan mahkum ettiler. Ayşe Nur ve Nebahat da aralarında, öldükleri halde. Bizim “adalet” sever ölüleri bile mahkum etmeyi.
Ve felaket artık sadece Irak ve Suriye’de değil, Türkiye’nin de kapısını çalıyor. Suriye ve Irak’ta 1915 soykırımının sağ kalmış insanlarının torunları, onların çocukları tehdit altında. Yeni Osmanlı geçinenler, Ortadoğu’da miras kalmış her şeye karşın Osmanlıdan bir arada yaşama kültürünü yok ettiklerinin farkında değiller ya da çok iyi farkındalar!
Kürtlerin kadim yerleşim merkezi Afrin ve Kürt dağı işgal altında. Irak’ta Saddam’ın Kürt halkına yönelik etnik arındırma politikası ve Halepçe faciası “soykırım” olarak kabul edildi. Özgürlük hareketinin Sincardaki direnişi olmasa, İslamo-faşist DAEŞ’in Ezidi Soykırımı’nı hangi boyuta varacaktı?
O Sincar ki, 1915 soykırımında Ermeni çocuklarına kucak açmıştı. Ve şimdi onlar soykırım uygulaması ile yüz yüzeydiler. Zaten şimdiki “rejim”in hayran olduğu Kızıl Sultan başlatmamış mıydı sadece Ermenilere yönelik olmayan Ezidileri de hedef alan kıyım ve asimilasyon politikasını?
Türkiye’de egemenlik kuran “rejim” Suriyeli mültecileri sadece AB’ye yönelik şantaj için değil, bölgedeki nüfus dengesi ile oynamak için de kullanmak niyetinde.
Kızıl Sultan nasıl Balkan ve Kafkasya mültecilerini nasıl Ermeni nüfus oranını etkileyecek bir şekilde yerleştirdiyse, özellikle Kürt-Alevi toplumunun yerleşimlerini marjinalleştirecek bir yerleşim planı peşinde. Haydi hayırlısı!