Adalet bazen çok ama çok gecikir. Ama yine de eninde sonunda gelip kapımızı çalarsa eğer, biliriz ki bu, onun uğruna can verenlerin yüzü suyu hürmetinedir. Emile Zola gibi insanların ortaya koydukları aydın cesareti hep belirleyicidir
M. Ender Öndeş
“Gerçek toprağın altına kapatıldığı zaman, orada öyle bir toplanır, öyle bir patlama gücü kazanır ki, patladığı gün her şeyi kendisiyle birlikte havaya uçurur.”
Büyük yazar, Emile Zola, ünlü ‘Suçluyorum!’ (J’Accuse) başlıklı mektubunda bu tarihsel sözleri söylediğinde, tarihler 13 Ocak 1898’i gösteriyordu ve Dreyfus Davası’ndaki ikinci rezalet henüz patlamıştı.
Fransa hukuk tarihinde önemli bir yeri olan Dreyfus olayı Paris’teki Alman Elçiliği’nde hizmetçi olarak çalışan Fransız gizli servisine bağlı bir kadının çöp sepetinde bulduğu imzasız bir mektubu merkeze göndermesiyle başlamıştı. Alman askeri ataşesine yazılan mektupta Fransa’ya ait bilgilerin verilmesi vaat edilmekteydi. Genelkurmay’ın başlattığı soruşturmada şüpheler Yüzbaşı Alfred Dreyfus üstünde toplanıyordu; çünkü onun el yazısı, mektuptaki yazıya benziyordu. Ama daha önemlisi, zengin bir aileden gelip askeri okulları başarıyla bitirerek yükselen Dreyfus bir Yahudi’ydi ve nispeten kolay lokmaydı. O dönemde Fransa’da yayılmaya başlayan anti-semitizmin çerçevesinden bakılınca, “ordunun şerefini lekeleyen” birinin Yahudi olması makul görünüyordu.
Hızlı bir mahkûmiyet
Bir ay süren hazırlık soruşturmasında aleyhine yeni delil bulunamamasına rağmen Dreyfus suçlu görülerek mahkûm edildi ve cezasını çekmek üzere Şeytan Adası’na gönderildi. Ancak, iki yıl sonra, 1896’da ortaya çıkan bir olay davayı yeniden gündeme getirdi. Alman Elçiliği’nde çalışan bir hizmetli kadın, bir Alman subayından Easterhazy adındaki bir Fransız binbaşısına yazılan bir mektubun müsveddesini ele geçirdi. Yapılan soruşturma, Dreyfus’un mahkûmiyetine sebep olan el yazısının Easterhazy’ye ait olduğunu ortaya çıkardı. Davanın yeniden görülmesi gerekiyordu.
Dreyfus’un eşinin olayı basın yoluyla yeniden gündeme getirme çabaları sonuç vermeye başlayınca Genelkurmay, Easterhazy hakkında dava açmak zorunda kaldı. Ancak dava iki günde beraatla sonuçlandı. Gerçeği ortaya çıkaran Yarbay Georges Picquart ise “belgeyi yakmadığı için” görevden alınıp sürgün sayılabilecek uzak görevlere gönderildi.
Zola’nın mektubu
Emile Zola’nın Cumhurbaşkanı’na açık mektubu, kararın ertesi günü L’ Aurore gazetesinde yayınlandı. Mektup, Fransa’da büyük yankı uyandırdı. Zola, açıkça, Genelkurmay Başkanı’nı ve diğer yüksek rütbeli subayları görevlerini kötüye kullanmakla ve kamuoyunu yanıltmakla suçluyordu. Mektup çok sertti. Zola, “İçinden atamaması durumunda insan haklarının savunucusu büyük ve özgürlükçü Fransa’nın ölmesine yol açacak iğrenç Yahudi düşmanlığının arkasına sığınarak küçükleri ve alçakgönüllüleri zehirlemek, tutuculuk ve hoşgörüsüzlük tutkularını azdırmak da bir suç. Kin yolunda yurttaşlığı sömürmek de bir suç, son olarak; tüm bilim gerçek ve adalet çağını oluşturma yolunda iş başındayken, kılıcı çağdaş Tanrı yapmak da bir suçtur” diyordu ve “Sırtını ahlaksız basına dayamak, Paris’in tüm ipsizlerince savunulmaya boyun eğmek de bir suç; işte ipsizler takımı, hukukun ve yalın gerçeğin bozgunu içinde, hayasızca zafere ulaşıyor” diye devam ediyordu.
Mektup şöyle sona eriyordu: “Benim tek bir tutkum var, öylesine çok acı çekmiş ve mutluluğu hak etmiş olan insanlık adına, ışık tutkusu. Ateşli karşı çıkışım ruhumun çığlığından başka bir şey değil. Beni ağır ceza mahkemesine çıkarmayı göze alsınlar ve soruşturma gün ışığında, apaçık yapılsın.”
Nefret dalgaları ve adalet
Bu arada, sağcı kesim de boş durmuyor, Zola ve Dreyfus’a saldırıyor, “Davanın küresel Yahudi hareketinin Fransız Ordusu’nu küçük düşürme komplosu olduğu” iddiaları havalarda uçuşuyordu. Paris meydanları, sokakları Zola’ya ve Yahudilere kin duyan ırkçıların çığlıklarıyla dolarken, “Zola’ya ölüm!” “Yahudilere ölüm!” sloganları atılıyordu. Ölüm tehditleri artınca bir süre İngiltere’ye kaçmak zorunda kalan Zola, ikinci yargılama sırasında tekrar dönecekti. Bu arada, ordudan gelen baskıların da etkisiyle Zola aleyhinde orduya hakaretten dava açıldı. Bir yıl hapis ve üç bin frank para cezasıyla sonuçlanan davada avukatlar sözü hep Dreyfus olayına getirmişlerdi. Bu nedenle dava Dreyfus’u savunanlar açısından başarı olmuştu.
Nihayet, 1898 Haziranı’nda yapılan hükümet değişikliğinden sonra Savaş Bakanlığı’na getirilen General Cavaignac, Millet Meclisi’nde yaptığı bir konuşmada Alfred Dreyfus hakkında hazırlanan gizli dosyadaki belgelerin bazılarını açıkça okudu. Easterhazy hakkında soruşturma yürütmüş Yarbay Picquait, bu belgelerin sahteliğini ispatlamaya hazır olduğunu bildirdi. Yarbayın iddiası üzerine sorguya çekilen Binbaşı Easterhazy suçunu itiraf etti ve gönderildiği hapishanede intihar etti. Bu olayla birlikte Dreyfus davası yeni bir boyut kazandı. Yargıtay kararı bozdu. Yeniden yargılanan Dreyfus, yine suçlu bulundu ama bir af marifetiyle bırakıldı. Sonunda, 1906’da verilen bir kararla Dreyfus beraat etti. On iki yıl önce sökülen nişanları aynı yerde yapılan törenle yeniden takıldı ve ayrıca Légion d’honneur nişanı verildi.
Yalnızca, Dreyfus değil ama. Aynı zamanda Fransa da, böylece, yargıçların ve generallerin değil, büyük bir yazarın sayesinde onurunu yeniden kazanabilmişti. Zola’nın o günlerde eşine yazdığı mektup ise, aydın olmanın anlamı üzerine tarihsel bir belge olarak bugün hâlâ geçerli:
“Bu sorun çoktandır beynimi, yüreğimi kurcalayıp duruyordu. Uyuyamıyordum. Bana ne deyip susmayı alçaklık buluyordum. Bundan böyle başıma gelebilecek şeyler hiç umurumda değil. Yeterince güçlüyüm ve bu haksızlığa meydan okuyorum.”